Prof. Dr. İlhan Tekeli İle Türkiye'nin Kentlileşme Yolculuğuna ve Günümüzün Şehir Planlamasına Bir Bakış
Ali Emre Soner, İpek Nur Arısoy
Ali Emre Soner: Türkiye’nin kentleşme tarihiyle başlayalım. Sizin kentleşme sürecinde mihenk taşı ya da paradigma değişikliği olarak adlandırabileceğiniz başlıca güçlükler veya başarılar nelerdir? Siz kendi kişisel hayatınızda bu değişimlerden nasıl faydalandınız, nasıl bir bakış açısı geliştirmenizi sağladı?
İlhan Tekeli: Tabii ben bu kentleşme denilen süreci fiilen yaşadım. Yani 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gelen ve 90’lara kadar süren bu süreci yaşadım. Geçen yıl Cumhuriyet’in 100. yılı dolayısıyla da yüz yıllık tarihler yazdım. Yazarken benim yaşarken elde ettiğim deneyimden farklı bir kentleşme deneyimi olduğu ortaya çıktı Türkiye’de. Çünkü sen orada yaşarken neleri yaşıyorsun? Birden bir değişim oluyor, kırdan büyük gruplar kente geliyor, kentteki yönetim sistemi yetersiz kalıyor yahut kavramsal çerçevede bu olayı algılamaya yetmiyor.
Başlangıçta bu sadece Türkiye’de olan bir şey değil aslında. Bu 2. Dünya Savaşı sonrasında bütün dünyada oluyor ve bütün dünya için bir çeşit emrivaki oluyor. Savaş içinde, savaş sonrası için birçok hazırlık yapılıyor; yeni düzen ne olacak? Birleşmiş Milletler nasıl kurulacak? Bütün o konuşmalar içinde hiçbir kentleşme yok, kentleşme herkese bir sürpriz olarak geliyor. Tabii burada zorluk bu gerçeği kabul edip ona çözüm bulmaya çalışmak. Bu tahmin ettiğinizden daha zor bir şey, insanlar kafalarını değiştiremiyorlar. Çünkü özellikle Türkiye örneğinde 1930’larda Ankara’nın başkentlik deneyiminin birikimine dayanarak 1930-1933 arasında 1580 sayılı yasa, 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ve 2290 sayılı Belediye Yapı ve Yollar Kanunu çıkarılıyor. Bu kanunlar bir çeşit Cumhuriyet bürokrasisinin, meşru şehirleşmenin ne olduğuna ilişkin varsayımlarıdır.
“Gecekonduların cezalandırılacak bir şey olmaktan çıkıp araştırılacak bir şey haline gelmesi Charles W. N. Hart’ın 1962’de yayınlanan Zeytinburnu araştırmasıyla oluyor. İlk defa Türkiye, “Burada suç meselesi değil bir sosyal olay var”ı anlıyor ve suç olarak gördükleri için ilk çıkan gecekondu yasaları ne oluyor? Af yasaları oluyor.”
Şimdi böyle bir beklenti yaratmışsın, gerçekte tamamen aksi bir şey oluyor ve ilk başta bunu suç olarak görüyorlar. Gecekondu onlar için araştırılacak bir şey değil, cezalandırılacak bir şey. Gecekonduların cezalandırılacak bir şey olmaktan çıkıp araştırılacak bir şey haline gelmesi 1962’de yayınlanan Charles W. N. Hart’ın Zeytinburnu araştırmasıyla oluyor. İlk defa Türkiye, “Burada suç meselesi değil bir sosyal olay var”ı anlıyor ve suç olarak gördükleri için ilk çıkan gecekondu yasaları ne oluyor? Af yasaları oluyor. İlk gecekondu yasası 1966’da çıkıyor; 775 sayılı yasa. İlk defa Türkiye kanunlarında gecekondu sözcüğü kullanılıyor. Bu neyi gösteriyor? İlk defa gecekondu bir sosyal olgu olarak tanımlanıyor. Onun için bir kentleşme olayının bir ilk bölümü; bir de bürokrasi bakımından bunu hazmetme bölümü var.
Bir başka önemli nokta daha var kırılma bakımından. 1930’larda kente yeni gelen nüfusların kente nasıl yerleşeceğine ilişkin bir yasal çerçeve geliştirmişsin, bu çerçeveyi uygulaman gerekiyor. Zaten bürokrasi de öyle diyor ama uygulaman için gelenlere burada iş bulman lazım, konut yapman lazım, altyapı yapman lazım. Bunların hepsi de çok büyük yatırım gerektiriyor ve Türkiye’nin kapital birikim süreci buna müsait değil. Öyle bir para yok ortada. O zaman yasalara göre çok pahalı olan bu kentleşmenin ucuzlatılması gerekiyor. Bürokratlar çözemiyor çünkü kafalarında öyle bir kabul yok, suç var. Buraya sırtına yorganını alıp gelmiş köylüler bunu gecekondu yaparak çözüyorlar.
Demek ki başlangıçta iki meselemiz var; birincisi bunun çözümünün pratikte bulunması meselesi var, o kendiliğinden çözülüyor. Halk geliyor onu gecekondu yaparak ucuzlatıyor. Tabii o ucuzlatma ne demek? Kapital buraya gitmiyor, özel kesimin sanayileşmesine aktarılıyor. Onlara istihdam sağlıyor bir anlamda. Ama bu yeterli değil, yeterli olmayınca ne oluyor? Gecekondu nasıl bir çözümse istihdamda da yeni bir çözüm gerektiriyor. O zaman da enformel sektör denilen bir sektör çıkıyor. Belediye ucuzlatınca toplu taşıma yapamıyor, dolmuş çıkıyor. Bir anlamda kentler bu hızlı kentleşme süreci içinde ikili bir yapı kazanıyorlar. Bir çeşit enformel kesimler; gecekondusu, işportacısı, dolmuşuyla ki o tarihlerde benim yazdığım bir kitap var Yiğit Gülöksüz ve Tarık Okyay’la: Dolmuşlu Gecekondulu İşportalı Şehir. Bu olayı saptıyor aslında. Bir meşruiyet çerçevesi var 1930’da, bu iki bakımdan aşılıyor. Birinci bakımdan aşılması neyle oluyor? Gecekonducuların gecekondu yapmasıyla. İkinci bakımdan aşılması bürokrasinin kafasının değişmesiyle. O da 1945’te başladıysa demek ki 20-21 sene alıyor gecekondu olayını hazmetmesi. Ama bütün bunların olmasının nedeni kentleşmenin ucuzlatılması.
Kentleşmenin ucuzlatılması süreci bir yerde tıkanıyor. Aslında kente büyük kitlelerin yığılmasıyla kentin çapı büyüyünce arsa fiyatları artıyor. Arsa fiyatları artınca 1930’lardaki konut sunum biçimi tek parselde tek bina yapmak oluyor. Mülkiyet de öyle. Ama bir taraf gecekonduyla arsa fiyatını emrivakiyle aşarken öteki taraf yani orta sınıflar artık yükselen arsa fiyatlarını ödeyemiyor. Ödeyemeyince de bir arsayı birden fazla orta sınıf konut kullanıcısının onun pahasını bölüşmesi gerekiyor. Böylece bunu sağlayan sistem olan kat kanunu çıkıyor. Daha önce 1954’lerde bir noter senediyle çözülüyor ama o noter anlaşmaları 10 yıl geçerli olduğu için kanun çıkıyor. Sonra ise Cumhuriyet'in erken dönem binaları yıkılıp onun yerine yap-satçı apartmanları yapılıyor ve dönüşüyor. Bu hızlı kentleşmenin getirdiği bir mesele.
Şimdiye kadar meşru olmayan çerçevesini tartıştık, halbuki meşru olan çerçevesinde de dönüşüm yaratıyor. Yap-satçı konut sunum biçimini çıkartıyor. Kooperatif sunum biçimini çıkartıyor ve bir apartmanlaşma ortaya çıkıyor. Bununla birlikte belediye yeterli yatırımı yapamadığı için 1980’lere geldiğimizde; altyapılar yetersiz, hava kirliliği bütün şehirlerde, İzmit Körfezi, İzmir Körfezi, Haliç kokuyor. 2. Dünya Savaşı sonrasında toplumun kendiliğinden bulduğu çözümlerin artık gitmediği görülüyor ve ucuzlatılma sürecinin süremeyeceği anlaşılıyor. Onun için 1980’lerden sonra bir değişim oluyor ve bu değişim çok yönlü bir değişim oluyor. Artık kentleşme ucuzlatılamaz hale geliyor, belediyelerin gelirleri artırılıyor. Geçmişte ihmal edilenler yapılmaya başlanıyor. Aynı zamanda devletin 3030 sayılı yasa sonrasında yeni büyükşehir belediyesi kavramı, onun gelirlerini artırması katkısının dışında dünyada da 1992’den sonra çevrecilik hareketiyle, altyapı yani kanalizasyon vs. gibi çevreyle ilgili altyapı alanlarının finansmanında uluslararası finansman geliştiği için ihmal edilen, eksik bırakılanlar tamamlanmaya başlanıyor. Bu durum 2000’lere kadar gidiyor ama 2000’lerde de pratik olarak artık şehir, yani köyde nüfus çok düşmüş oluyor artık bir kentleşme olmuyor. Türkiye’de yapılan göç analizleri artık kentleşmeden bahsetmiyor, iller arası göçten bahsetmeye başlıyor. Sanıyorum sorduğunuz çerçeve, sizin sorduğunuz gibi tarih değil ama anlamların ve düşünce biçimlerinin değişmesi bakımından içinde böyle değişik noktalar içeren bir anlatı mevcut.
Ali Emre Soner: Aslında dediğiniz gibi o sırada kentte yaşayan kişi kentteki değişimi görüyor ama bürokrasideki değişimi görmüyor. Gecekonduda yaşayan kişi de kendi değişimini görüyor ama şimdiden geçmişe baktığımızda bütün değişimi böyle katman katman aynı anda ilerleyen pek çok olay silsilesi gibi görmek mümkün.
İlhan Tekeli: Tabii, zaten şehir dediğin şey çok karmaşık bir şey. Yani temel mesele bir kapitalin yoksa ne yapacaksın? İki, kavrayışın bu gerçeğe uygun değilse, pahalıysa ne yapacaksın? Burada toplum ortaya çıkan kentleşme olayı karşısında spontane bir çözüm üretiyor ve o çözümü kendisinin yapmayacağı, meşru kabul etmediği bir çözüm olarak yavaş yavaş içine sindiriyor, onu düzenleyerek geliştirmeye çalışıyor. 1980’den sonra çıkan af yasalarının niteliği değişiyor. Daha önceki af yasalarında “insanlar bir şey yapmışlar, onları biz de teşvik edelim de biraz iyileştirsinler” mantığı varken 2981 sayılı yasanın mantığında şu var; ‘”gecekondulu, modern kesimde yaşayanlar kadar kentsel spekülasyondan pay alma hakkına sahiptir”i kabul ediyor. O ıslah planlarıyla toprak üstünde oluşan rantı yap-satçılarla bölüşerek kendilerine pay alma hakkı ve onunla gecekondu alanını dönüştürmek hakkı elde ediyor. Burada ilginç bir mesele var. Bir fenomen gerçekleşiyor tamam ama ona bakanlar ve ona müdahale etmek isteyenlerin fikirleri değişebiliyor. Yani olayı yalnız fenomenin değişmesi üstünden kavrayamayız. Buna bakanların dönüşmesi üstünden de kavramamız gerekiyor.
İpek Nur Arısoy: Metropollerde ortaya çıkan eşitsizlik ve çevresel sorunların çözümünde yerel yönetim ve merkezi yönetim çok önemli, bu iki organizma arasında nasıl bir diyalog mekanizması kurulmalı? Bu mekanizma sosyal ve ekonomik eşitsizliklerle başa çıkma konusunda politika uygulamalarında nasıl daha etkili hale getirilebilir?
İlhan Tekeli: Sosyalist alternatif 1990’larda kalktıktan sonra kapitalizm içinde gerçekleşiyor ve kapitalizmin de kurgusu eşitsizlik üretiyor. Tabii burada eşitsizlik sorunu çok yapısal, temel bir sorun. Ama biz plancılar - hele benim gibi bölge plancılar - hep denge, eşitlik gibi kavramlar üzerinden gidiyoruz ama pratikte bunlar uygulanmıyor. Ben son zamanlarda metropoliten kelimesini de kullanmamaya başladım. Çünkü metropoliten kelimesi bir sanayi toplumunun kelimesi. Yani sanayi toplumunda tek bir hâkim merkez var, onun etrafında oluşmuş bir yerleşmeler sistemi var. Halbuki küresel bir topluma geçip bir çeşit gezegensel şehir oluşmaya başlayınca şöyle bir şey ortaya çıkıyor: biz metropol bir nitelikte değiliz.
“Bu urban region kavramı daha kapsamlı bir kavram ve bu bizim yerel yönetimlerimiz de görev alanlarını ona göre yeniden şekillendirdiler. Artık şöyle bir şey mümkün değil, kent ile kır arasındaki çizgiyi artık çizemiyoruz. O kentin içinde tarım da oluyor, öbür tarafta başka bir şey de oluyor ve bir “urban region” ortaya çıkıyor. “
Bu metropolün merkezindeki merkezi iş alanı parçalanıyor, yoğun ve yağ lekesi gibi büyüyen kent parçalanıyor, saçaklanıyor. O zaman Türkiye’nin yasalarında da kentlerin sınırları artık fiziki kompaktlıkla belirlenen bir belediye sınırı olmaktan çıkıp bir kırsal alanları da içine alan bir hale geliyor. Sonrasında 6360 sayılı Büyükşehir Yasası ile illerin sınırı ile birleşiyor. O zaman ben bunu daha çok “urban region” kavramı içinde kavramaya çalışıyorum. Tabii bu urban region kavramı daha kapsamlı bir kavram ve bu bizim yerel yönetimlerimiz de görev alanlarını ona göre yeniden şekillendirdiler. Artık şöyle bir şey mümkün değil, kent ile kır arasındaki çizgiyi artık çizemiyoruz. O kentin içinde tarım da oluyor, öbür tarafta başka bir şey de oluyor ve bir “urban region” ortaya çıkıyor. Tabii bunun için de dünyanın geldiği noktadaki bu çevre sorunlarını çok ciddiye almamız gerekiyor. Fakat bu ciddiye alma da bizim elimizdeki, biliyoruz ki bu sorun tek ülkesel bir sorun değil, küresel bir sorun. Küresel olarak çözülmesi için de uluslararası bir sistemin gelişmesi gerekiyor halbuki bu uluslararası sistem işlevini Birleşmiş Milletler göremiyor. Göremediği için barışı kuramıyor, bölgesel savaşlar oluyor. Onun için karşımızda dünyanın yönetim sisteminin yeniden tasarlanması gibi bir sorun var. Ve bunun demokratik olarak tasarlanması gibi bir sorun var.
“Büyük ölçeklerde verilen kararlar yerel fırsatları, yerel tehditleri algılayamıyor. Onu bölgeler düzeyinde ele almamız ve bir anlamda nomotetik bilgiler üstünden değil, yani her yerde her zaman geçerli olanın bilgisi üstünden değil, o özel yerin bilgisi üstünden ideografik bilgi üstünden çözülmesi belki daha başarılı olacak ve çeşitliliği getirecek.”
MARUF’un toplantılarından birinde ben bunun üstüne konuşmuştum; bu ulus devletler bu konudaki sorumluluklarını tam yüklenmiyorlar. Bunun güçlendirilmesi gerekiyor. Ayrıca bölge kavramının ele alınmasında şöyle bir konu var: Andrew Sayer’in getirdiği bir öneri bu. Andrew Sayer diyor ki “Biz hem eşitsizliği gidermeliyiz hem de bu çevre sorunlarını çözmeliyiz”. Acaba bu sorunun çözülmesi bir ulusal sorun mudur, en iyi ulusal düzeyde mi çözebiliriz? Yoksa bu sorunun çözülmesinin en uygun ölçeği bölge ölçeği midir? Şimdi bu bizim gündemimize gelmiş bir konu. Bu makul görünüyor çünkü büyük ölçeklerde verilen kararlar yerel fırsatları, yerel tehditleri algılayamıyor. Onu bölgeler düzeyinde ele almamız ve bir anlamda nomotetik bilgiler üstünden değil, yani her yerde her zaman geçerli olanın bilgisi üstünden değil, o özel yerin bilgisi üstünden ideografik bilgi üstünden çözülmesi belki daha başarılı olacak ve çeşitliliği getirecek. İşte böyle bir yeni düşünce biçimlerine ihtiyacımız var bu konuda. Yani bir anlamda şimdiki düşünce biçimimiz çok yüzeysel kalıyor. Örneğin çevre konularında kimyasal analizler, sağlıkla ilgili analizler yapılıyor. Ama onlar daha çok mekanik çözümler, yerleşme düzeyinde yani yeryüzünün çeşitliliğinin potansiyelinin hesaba katılmasına olanak sağlamıyor, genel-geçer çözümler oluyor. Hâlbuki biz daha çok yerel ve somutla ilgilendiğimiz için bölgenin ele alış biçimlerinin ve yetkilerinin yeniden düşünülmesinde yarar var.
Ali Emre Soner: Yani eşitsizlik de bir devinim halinde sürekli değişiyor aslında ve sürekli bunun farkında olmalıyız dediğiniz gibi. Bildiğiniz gibi Türkiye’de de genel olarak bu düzenleyici planlama sisteminde de belirli bir yıl içerisinde projeksiyon olarak planlar yapılıyor. Örneğin 5 yıl, 15 yıl gibi. Şimdi bu geleneksel bir karar yani geçmişte alışılmış bir düzen var bu devam ettiriliyor. Şimdi günümüzü düşünürsek bundan 30-40 sene öncesinde bu 5 yıl daha az değişimle - belirli bir trendin devamı şeklinde veya kırılım da olabilir - daha oturaklı bir şekilde devam ediyor. Ama son 20 yılda da düşünecek olursak bir 5 yıllık projeksiyon yaptığımızda çok fazla bir değişimi içine almış olabiliyoruz. Bu açıdan düşündüğümüzde sizce bu projeksiyon yıllarının hala aynı şeklide devam etmesi yeterince tutarlı ve kapsamlı bir karar mı olur diye merak ettik.
İlhan Tekeli: Bu şu dakikadaki en kritik soruydu bizim planlamamız bakımından. Ben yeni kitap yazdım “Açık Planlama” diye, bu soruya cevap veriyor. Şimdi düşünün çok hızlı değişen bir dünyadayız. Her şey değişiyor, fırsatlar değişiyor, tehditler değişiyor, biz nasıl bir planlama yapıyoruz? Diyoruz ki 20 yıl tahmin edeceğiz, aman onu yapalım, o planı yapıyoruz. Sonra diyoruz ki buna dokunulmaz, aman buna dokunmayın, 20 yıl bunu uygulayalım. Vatandaşlık görevidir bunu yapalım diyoruz. Bu düşünce bu dünyaya uymuyor ve bugün fırsatları ve tehditleri görmezden geliyorsan niye plan yapıyorum ki. Yani bir verimlilik yok, bir planın dokunulmaz olması problemi çok eskiden alışılmış bir kavramın neticesi.
“Bizim yeni bir plana ihtiyacımız var, o da açık plan. Yani katılımcı; katılımcılığa açık, değişmeye açık. Gizli kapılar altında yapılan yolsuzluğa yol açan planlama yaklaşımları değil; açık, müzakere edilen planlama yaklaşımlarını bizim yeniden kurumsallaştırmamız gerekiyor. Bizim yasalarımız ki uzlaşmazlığa gittiğinde, yargıya gittiğinde işleyen yasalar, eski yasalar; eski anlayışın yasaları.”
1890’larla 1900’lerin başında güzel şehir kavramı vardı. Güzel şehir kavramında bir tasarımcı, bir sanat eseri gibi güzel şehri tasarlıyordu. Ve o zaman da ne diyorduk? Jansen planı gibi isimlendirmelerle, tasarlayana referansla plan adlandırılıyordu. Bugün öyle bir kimse yok. Eğer bir sanat eseri diye bir şey varsa bu sanat eserinin bütünlüğü var, bu dokunulmaz. Dokunulmazlık kavramı oradan geliyor. Halbuki o alışılmış, ondan sonra “efficient city” diye bir şey gelmiş, sonra gelmiş de gelmiş. Her dönem trendler değişmiş. Şimdi bu anlayışı bugün sürdürmek tutarsız. Kaldı ki artık biz bir adamın bizim yaşam çevresini falan yönlendirmesini meşru görmüyoruz. Birlikte karar verilen, Habermas’ın 1980 sonrasındaki komünikatif rasyonalite kavramından sonra gelen anlayışına göre yaklaşıyoruz. Diyoruz ki katılımcı olsun, üstünde uzlaşılsın, hiçbir karar topluma emrivaki olarak verilmesin. O zaman bunları yan yana koyduğumuzda bizim o plan - ben ona kapalı plan diyorum - anlamını yitiriyor. Bizim yeni bir plana ihtiyacımız var, o da açık plan. Yani katılımcı; katılımcılığa açık, değişmeye açık. Gizli kapılar altında yapılan yolsuzluğa yol açan planlama yaklaşımları değil; açık, müzakere edilen planlama yaklaşımlarını bizim yeniden kurumsallaştırmamız gerekiyor. Bizim yasalarımız ki uzlaşmazlığa gittiğinde, yargıya gittiğinde işleyen yasalar, eski yasalar; eski anlayışın yasaları.
Onun için bu sorduğunuz soru çok önemli bir soru ve bizde şöyle bir şey var: Plancılar zannediyorlar ki plana sahip çıkmak, aman dokunulmasın demek plancı ahlakının bir parçası. O eskidendi. Şimdi başka bir nokta var ama o ahlakı oluşturacak bir tartışmayı henüz Türkiye yapmadı, meslek camiası da yapmadı. Onun için ben Antakya dolayısıyla yazdığım yazıları ve bu konuyu irdeleyen yazıları toplayıp “Açık Plan” diye bir kitap çıkardım.
Ali Emre Soner: Anlattıklarınızı şuna benzettim, kentleşme sürecinde anlatmış olduğunuz toplumun bir çözüm bulması örneğini aslında burada bürokrasi kendi sorunu için kendisi çözüm buluyor. Çünkü plan belgesini dokunulmaz olarak gördüğü için bu sefer de sanki bir gecekondulaşma gibi plan değişikliğini kendisi yapıyor ama sermaye için yapıyor aslında.
İlhan Tekeli: Burada bir başka açıklama yapayım. Eğer yolsuzluk ekonomisi hakimse bir planın olması gerekiyor. Şöyle bir şey, diyelim ki hiç planımız yok herkes serbest. Mısır’da mesela Nil’in çevresi öyle sanıyorum herkes istediği gibi bina yapıyor. O buraya yapıyor, onun önüne geliyor daha yükseğini yapıyor, öteki daha yükseğini yapıyor sonunda buraya büyük bir yatırım yapıyor ama toplam değeri sıfır oluyor artık ve orası yaşanmaz oluyor. Onun için bir grup, ayrıcalıklı grup, güçlü grup, ranttan kar etmek istiyorsa toplumda güçsüz kesimlerin bir planı uygulaması gerekiyor. Bunun için de birkaç şeyle o oluşan rant değerini alıp başkalarının onu almasını engelleyerek kendisinin bunu sürekli hale getirmesini sağlıyor. Yani bugün ne oluyor? Kamu alanında bu konu tartışılmadığı için adam alıyor gidiyor. Bu rakam çok yüksek bir rakam. Yani Safir diye bir şey var İstanbul’da. Bir zaman onun için bir hesap falan yapmıştım. Milyar dolara yakın bir rant var orada. Onu yalnız arsa sahibine verirler mi? Bu bölüşülüyor toplumda bir şekilde. Yani açık olmayan, açıkça kamu alanında denetlenemeyen güçlülere uygulanan bir plan var.
İstanbul’da Hüseyin Kaptan’a çok büyük gayretle bütün İstanbul’un beş binlerini kapsayan bir plan yaptırıldı. O plan yapıldıktan sonra güç sahipleri bu planda olmayan kararları vererek değişiklik yaptılar. O plan güçsüzlerin planı oldu, öteki başkalarının planı oldu. Burada benim bulmaya çalıştığım çözüm yalnız teknik olarak fırsatları filan algılamak, tehditlerden haberdar olmanın ötesinde bir kamusal denetimi açık planla sağlamak ve böyle oyunları oynanmaz hale getirmek.
Ali Emre Soner: 2002 yılında İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi’nde olan ISOCARP toplantısında bir plancı tanımı yapılıyor: “Bir plancı çok iyi bir teknisyen olmalı, işine büyük bir sevgiyle bağlı olmalı, nazik, dürüst, diplomat ve sanatkâr olmalı”. Şimdi bu toplantıda söylenince toplantıdaki bazı kişiler siz bir mesih arıyorsunuz diye çıkışmışlar. Bu açıdan bugün bir plancının sahip olması gereken özellikler nelerdir ve geçmişe baktığımızda bu nasıl değişti?
İlhan Tekeli: İdealleştirilmiş bir tanım var burada ve bu tanım plancıları zor duruma sokuyor. Yani pratik içinde çalışan bir toplum var ve toplumun taleplerine sırtını dönerek kendi talepleri yönünde yönlendirmeye çalışan bir plancı var. Bu mümkün değil, çünkü siyasi bir güç var. O zaman sen ne yapıyorsun? Diyorsun ki ben teknik olarak çok üstünüm, doğruyu buluyorum, benim doğrumu uygulamıyorlar. Böyle bir şey yok, yani öyle bir doğru filan yok. Birlikte üretilen, birlikte razı olunan bir çözümler var; olanaklı çözümler var, olanaklı tehditlerden kaçınmalar var. Bütün bunlar plancıyı toplumdan kopuk bir üstün teknisyen, o üstünlüğü dolayısıyla herkesin razı olacağı bir şey üreten adam olarak gördüğün zaman plancı kendini toplumdan soyutluyor ve başarısızlık noktasına itiyor. Tabii teknisyen olarak bunları bileceksin, bunu bilmemek diye bir şey olamaz ama toplumun içinde kalacaksın. Yani toplumla bir çeşit bir şekilde oydaşma sağlayacağız dediğimizde mesela o zaman plancının rolü bir halkla ilişkiler uzmanı oluyor. Böyle üstün kişi pozisyonunda gördüğün zaman sen kısa zamanda kendini dışlamayı yaratmış oluyorsun. Bu tabii eski bir bakış açısı.
Bugün planlamanın geldiği ve benim zamanım dediğim 1961’den günümüze kadar planlama üç ayrı aşamadan geçti. Birinci aşamada Weber’ci bir rasyonalist planlama anlayışı vardı, o teknik bir mesele gibiydi. Sonra Habermas’çı komünikatif rasyonalite geldi, o zaman müzakereci planlama, Kooperatif planlama çıktı. 2000’den sonra Deleuze felsefesinin uzantısında toplumun oluşumu, “becoming”i üstünden “affect” ve “asemblaj” üstüne kurulu yeni bir planlama anlayışı geldi. Öznenin anlamı değişti. Şimdi demek ki bir kere planın kendisi sabit olmayınca plancının da sabit olarak tanımlanması söz konusu değil.
İpek Nur Arısoy: Biraz da Türkiye’deki planlama eğitimi konusuna eğilelim dedik. Kendi deneyimimden doğru ele alacak olursam çok fazla şey öğrendik. Teknik olarak planı çizmeyi öğrendik, istatistiği öğrendik, ekonomisi, sosyolojisi derken çok fazla şey girdi kafamıza ama çıktığımızda elimizde ne kaldı bilmiyoruz. Çünkü sahada uygulaması çok fazla olan bir meslek bu ve dediğiniz gibi toplumun içinde olması gerekiyor. Bilgisayarın arkasında ya da kitapların arasında geçirdiği vakit kadar belki kentin içinde de bulunması gerekiyor. Bu bağlamda Türkiye’deki planlama eğitiminde güçlükler veya eksikler sizce neler? Nasıl aşılabilir ve neye ihtiyacımız var eğitimde sizce?
İlhan Tekeli: Çok karmaşık bir alanda olduğumuz için bunun içinde bir plan yapma ve karar verme niteliklerini kazanmak ve o kararı eyleme dönüştürmek birçok bilgiyi gerektiriyor. Mesela ben bölümü yönetirken bilimsel felsefe gibi şeyler de koymuştum ve kişisel olarak onlar bana çok yaradı. Mesele şu, biz çok alandan bilgi elde edebiliriz ve bunun antropolojisi var, sosyolojisi var, ekonomisi var, politik bilimi var, var da var. Sonradan çevre girdi tabii, yönetim bilimleri girdi ayrıca. Bütün bu mesele, mesleğe dönüşmesi problemi ciddi bir problem, bizim burada bir aracımız var: stüdyolar. Stüdyolardan ne bekliyoruz? Ben stüdyolardan iki farklı şey bekliyorum. Birisi jenerik hüner, bir de mesleğin kendisiyle şehir planlamayla ilgili o tek tek öğrendiklerimizi sentez edebileceğimiz bağlayacağımız bir hüner. Stüdyo öğrenciye diyor ki, bak burada bir problem var, bu problemi öğren diyor. Onu da bir şehir plancısı gibi çözmeye çalış, sömestr sonunda bir ürün çıkar kendi başına, bazen de grup olarak yapıyorsun, benim için aynı şey, sonra bunu kendin olarak sun ve o sunduğundan notunu al. Bu jenerik bir mesele, hangi konuda olursa olsun böyle bir şey yapılır ama diğer meslek alanlarında böyle bir şey yok. Mesela idari bilimlerde böyle bir şey yok, pratik içinde daha sonra bunları yaşayarak tek tek öğrendiklerini bir araya getiriyorlar. Halbuki bizim öğrencilerimizin böyle bir hüneri var ve bu onların pratikte başarılı olmasını sağlıyor. Eğer diyelim ki şimdi öğrenci sayısı çok arttı onlara iş bulunamıyor, bu öğrenciler bu jenerik yetenekleri dolayısıyla kendilerine kolayca iş bulabiliyorlar, hatta CEO oluyorlar, böyle örnekler var.
Önümüzdeki hafta okulda bir konuşma yapacağım bu belediye seçimleri ve bizim meslek üstüne yönelik. Ben öğrencilere artık şu durumda olmalarını istemediğimi söylüyorum: “Bir belediye başkanı olacak. Ben de o ne derse, ona göre bir işlem yapacağım.” Tamam böyle yapacaksın ama bu kişilerden bazılarının belediye başkanı olmasını istiyorum. Çünkü planlama teorisi yazımında da şunu görüyoruz, bir kent planlamayla kentte yönetimsel olarak müdahale etme mantıkları aynı mantık, onun için şehir plancılarının bir iddia taşıması gerekiyor. Mesela Çankaya’nın belediye başkanıydı Bülent Tanık, Mersin’de de vardı, başka yerlerde de vardır hepsini bilmiyorum. Bunun artmasının yararlı olduğunu düşünüyorum. Biz onları niye yalnız teknisyen düzeyinde tutuyoruz?
Ben belediye başkanlarına çok danışmanlık yaptım. Vedat Dalokay’a, Murat Karayalçın’a, Aziz Kocaoğlu’na, o İzmir deneyimini bir İzmir Modeli diye bir model haline getirdim. Şimdi burada şöyle bir şey var, mesela bir belediye başkanı benden yardım istediği zaman ben bir rapor yazıp vermem. Ben bir rapor yazıp vereceğim, o da okuyacak, uygulayacak… Öyle bir şey yok. Biz birbirimizle etkileşerek, karşılıklı öğrenme içinde ikimiz de farklı bir noktaya varmalıyız ve ortaya çıkan sonucu belediye başkanının uygulamaması diye bir şey olmaması söz konusu, ama bu başka bir şey. Yani katılımcı planlama var ya, sen katılımcı planlama yapıyorsan, istiyorsan, siyasetçi de ben katılımcı planlamacıyım diyorsa; teknisyenle ilişkisinde, danışmanla ilişkisinde böyle bir şey olması gerekir.
“Modernist bir tarih anlayışında geçmiş, günümüz, gelecek var. Zaman dediğimizde, zamanı biz geçmişin izlerinden kavrıyoruz ve o tarih bilinci dediğin şeyi yaratıyor. Ama mekanı öyle algılamıyoruz, anımızdaki bütünlük olarak algılıyoruz. Biz bu tarihsel, yani sosyo-mekansal sürecin önünü açıyoruz. Plancının rolünü eğer bir toplumsal oluşum varsa ona müdahale etmenin, onu değiştirip tamamen farklı bir yere, bir ütopyaya götürmek yerine bu oluşumun önünü açmak olarak görüyorum. “
İpek Nur Arısoy: Geçmişe yönelik değerlendirmeleri de ele alalım diye düşündük. Çünkü kent dediğimiz şey sizin de öncesinde değindiğiniz gibi bir günde aniden ortaya çıkmıyor. Planlama dediğimiz şey zaten çok uzun soluklu bir şey ve burada tarihin ciddi bir önemi var, çünkü tarihe yayılıyor bu süreç. Bizim de süreci iyi analiz etmemiz için iyi bir tarihçi olmamız önem taşıyor böylelikle. Tarih bilinci ve planlama arasındaki ilişkiyi değerlendirebilir misiniz? Gelecek nesillere bu bilinci kazandırmak ve planlamada bu bilinci kullanmak için neler önerirsiniz?
İlhan Tekeli: Şimdi ben doktora dersi olarak iki ders veriyorum birer sömestrde. Birinci sömestrde yeni planlama düşüncesi dersi veriyorum. Bu ders üç aşamadan geçerek çok paradigmalı hale gelmiş planlama içinde plancı nasıl düşünebilir, onları anlatan bir ders. İkinci olarak da mekân-zaman anlayışları ve sosyo-mekansal süreçleri anlatan bir ders veriyorum. Aslında üçüncü aşamadaki bir planlama gibi, yani Deleuze’cü bir anlayışla, oluşmakta olanın planlaması gibi bir şey yapıyorsam, onun mekânsal analizinin sosyo-mekansal olması gerekiyor. Buradaki sosyal, zamanı içeriyor.
Şimdi tarihle mekânsal düzenleme birbirinden ayrılamaz bir şey. Modernist bir tarih anlayışında geçmiş, günümüz, gelecek var. Zaman dediğimizde, zamanı biz geçmişin izlerinden kavrıyoruz ve o tarih bilinci dediğin şeyi yaratıyor. Ama mekanı öyle algılamıyoruz, anımızdaki bütünlük olarak algılıyoruz. Biz bu tarihsel, yani sosyo-mekansal sürecin önünü açıyoruz. Plancının rolünü eğer bir toplumsal oluşum varsa ona müdahale etmenin, onu değiştirip tamamen farklı bir yere, bir ütopyaya götürmek yerine bu oluşumun önünü açmak olarak görüyorum.
Bu tarih bilinci bu sürecin tümü hakkında bir bilinç olmalıdır. Tabii geçmişin değerlerini ortadan kaldırmamak gerekiyor ama bizim korumacılık pratiğimiz ve yasalarımız acaba koruma kavramında gerçekçi mi? Biliyoruz ki bir yer koruma altına alındığı zaman çöküntü alanına gelmesi kolaylaşıyor. Bir tarih bilincimiz olması lazım ama o tarih bilincinin yanlış bir koruma anlayışı üzerine kurulmaması lazım. Şunu demek istiyorum, koruma anlayışında birikim yapıp bunu sergileme gibi durumlar Rönesans’ta çıkan bir şey, “camera” denilen yerler var orada sergiliyorlar. Burada olduğu gibi korunuyor. Çünkü çevresi senin kontrolün altında; ısısını, nemini koruyabiliyorsun. Ama bir binayı, kenti koruma dediğin zaman koruma anlayışın bunun uzantısından geliyorsa onu gerçekleştiremiyorsun. O çöküntüye neden oluyor. Acaba, bu oluşum süreci içinde tarihsel sürekliliği yeniden tanımlayan bir koruma anlayışı olabilir mi? Bu konular net değil. Nasıl planlama konusunda ütopik yüceltmelerimiz varsa, bu konuda da koruma felsefesi üstünden hakikaten o süreci sürekli hale getiren bir ele alışın yeniliğine, buluşçuluğuna açık bir noktadayız.
İpek Nur Arısoy: MBB’nin ilk yıllarındaki başkanlara da danışmanlık yaptığınızı öğrendik. MBB’nin 50. yılında, yerel yönetimlerin kentteki yerine, MBB’nin kentteki yerine baktığımızda sizin perspektifinizde nasıl bir değişim oldu?
İlhan Tekeli: Marmara Belediyeler Birliği kurulalı 50 yıl oldu. 50 yıl içinde başlangıç noktasındaki durumla, bugünkü durumu mukayese edersen bence kendisini yeniden yapılandırarak başarılı bir noktaya geldi diye düşünüyorum. Çünkü bugün Türkiye’de pratikle ilişkisini koparmamış ama bir think-tank olma özelliğini koruyan elimizdeki tek örnek gibi. O bakımdan değerli ve bir işlev görüyor. Yani üniversitelerin işlevleri başka, belediyelerin başka, böyle bir ara kuruluşun işlevi başka. Mesela ben İzmir Modeli’nde, İzmir Akdeniz Akademisi diye bir şeyin gelişmesini sağladım, o da böyle bir think-tank grubu. Bu tür think-tank gruplarımızın sayısının artması gerekiyor. Marmara Belediyeler Birliğinin varlığı Marmara’da belediyecilik konularının görüşülmesindeki düşünce nivosunu yükseltiyor. Yani herkes, bütün belediyeler tek tek burada ne söyleniyorsa biliyor, öğreniyor demek istemiyorum. Ama böyle bir ortam oluşuyor ve gerektiğinde, yani belediyecilik konusunun hangi rafinasyon düzeyinde ele alınması gerektiği konusunda bir çerçeve oluşturmuş oluyor. Ben de bunu çok değerli buluyorum. Çünkü başlangıcında da o vardı, kuruluşunda o amaç vardı. Bir çeşit partiler üstü olma konumunu koruyabildi, Türkiye’de bu çok kolay değil.