Son 30 Yılda Kent Müzeleri Deneyimine Bir Toplu Bakış: Dünya ve Türkiye Pratiği
YAZAN: Orhan Silier, Tarih Vakfı Kurucu Genel Sekreteri ve Eski Başkanı, Europa Nostra - Türkiye Derneği Kurucu - Eski Başkanı*
Dünya 20. yüzyılın sonunda tarihinin yeni bir dönemine girdi; eldeki istatistikler dünya nüfusunun çoğunluğunun artık kentlerde yaşadığını gösterdi. Binlerce yıldır var olan kentler ve kentli yaşam, hep sahip olageldiği politik, ekonomik, kültürel ağırlığının ötesinde, dünyanın bütünü bakımından temel yerleşim yerine ve biçimine dönüştü. İleri kapitalist ülkelerin çoğunda daha 17. veya 18. yüzyılda hız kazanan kentleşme, geri ülkelerde 19. - 20. yüzyılda büyük nüfus yığılmaları ve dev metropollerin ortaya çıkmasıyla birlikte gelişti. Bununla da kalmadı, 20. yüzyılın, eşitsizliklerin ve göçlerin arttığı bir dönem olarak biçimlenmesi ile en zengin ülke kentlerinde bile kent yoksulları deposuna dönüşmüş geniş varoşlar ortaya çıktı. İki-üç bin yıldır çok büyük sayıda, çok çeşitli özelliklere sahip insanın hayli dar bir alanda birlikte yaşamalarının getirdiği zor sorunlardan bazıları, örneğin su, yiyecek sağlanması, kanalizasyon döşenmesi, toplantı, eğlence, ibadet alanları için, kent yönetimlerinin şaşırtıcı büyüklüklerde altyapı yatırımları yapmış olduğunu biliyoruz. Ne var ki, çağdaş kentlerin ihtiyaç duyduğu yatırımlar ve kurumlar, eğer sorunlara boğulup kalan değil, sorunlarını çözebilen yaşam alanları olmak istiyorlarsa, çok daha geniş bir alanı kapsamak zorundalar; üstelik bu kurumsal yatırımların hızla büyüyen ve değişen ihtiyaçlara göre boyuna geliştirilmeleri, dönüştürülmeleri de gerekiyor. Kent müzeleri, işte bu çağdaş temel ihtiyaçlardan birine cevap vermek üzere gelişmiş kültür – eğitim – iletişim kurumlarıdır. Aslında, öteki müze türleri gibi, ilk dönemlerde kent müzeleri de, daha çok kentin, hatta krallığın ya da imparatorluğun zenginlerinin, yönetici sınıflarının gösteriş, merak ve hobi alanı, istisnai durumlar dışında halkın giremediği bir nadir eşyalar deposu, bir saray bölümü olarak ortaya çıktılar. Sonra uzun süre, bu tür müzeler, kentin hikayesinin yine bu varlıklı grupların gözünden halka yansıtıldığı, tarih temelinde sosyal birlik duygusu ve rıza üretme merkezleri işlevini gördüler; bu aşamada temel olarak kentlinin hikayesine ve sorunlarına değil, soyluların, zenginlerin yaşamlarının, ihtişamlarının yansıtılmasına yoğunlaştılar. Giderek ve ancak son yarım yüzyılda, ağırlıkla demokratik hakların, sivil toplumun ve “yeni müzecilik” akımının geliştiği toplumlarda, kent müzeleri, kentin ve kentlilerin ihtiyaçlarının, çıkmazlarının, beklentilerinin bir zaman perspektifi içinde ele alındığı ve bunların sanat ve bilimle harmanlanarak tartışılıp çözümler aranmasına, kentlilerin birbirini tanıyıp anlamalarına, tartışmalarına, karşılıklı saygıyı geliştirmelerine yardımcı olmaları beklenen kurumlara dönüşmeye başladılar. 2000’lerin son yılları ile son 20 yıl, yeni müzeciliğin kent müzelerinin birçoğuna damgasını iyice vurduğu bir sıçrama dönemi oldu. Kent müzelerinin ana işlevi kentliler arası iletişim, diyalog ve öğrenim merkezi olarak tanımlanmaya başlandı. Bu kurumların en başarılıları kentin yalnız uzak tarihiyle değil, yakın tarihiyle, bugünüyle, hatta geleceği ile ilgilenmeye; en yeni göçmen grupları dahil kentte yaşayanların tümünü kucaklamaya; müze ziyaretçilerini birer kullanıcıya, olanaklıysa birer ortağa dönüştürmeye başladılar. Bunlar, disiplinler arası bir yaklaşımla koleksiyon tanımlarını - sözlü tarih görüşmelerinden en basit günlük kullanım eşyalarına kadar - alabildiğine geniş tutmaya; sabit sergi ve koleksiyonlardan çok geçici sergi ve etkinlikleri çalışmalarının merkezi yapmaya çalıştılar. “Kent hakkı”nı savunup tartışmalı alanlara girip, bir forum ve laboratuvar işlevi üstlenerek, kentsel çatışmaları pazarlık, uzlaşma ve ortak yaşam - paylaşım süreçlerine dönüştürmeye yöneldiler. Bu türden yeni, dinamik kurumların oluşturulması, ya da eski müzelerin bir süre kapılarını kapatarak, vizyon ve misyon belgelerini, hatta adlarını değiştirip yeniden yapılanmaları birbirini kovaladı. Stuttgart, Gent, Amsterdam, Liverpool, Rotterdam, Essen, Frankfurt, Londra, Berlin, New York, Kopenhag, Lizbon, Barselona, Selanik, Volos, Cape Town başta olmak üzere birçok kentte, müzeler köklü bir biçimde kendilerini dönüştürdüler. Elbette, diğer kurumlar gibi müzeler de kurulu oldukları kentin, toplumun tarihinden, yönetim geleneğinden, birbiriyle toplumsal-ekonomik bağlar kurma biçiminden etkilendiler. Bu nedenle, İtalya ve Hollanda’da olduğu gibi, ulus-devletlerin parçası olmadan önce yüzyıllar boyunca kent devletleri biçiminde var olmuş ya da Almanya, İngiltere ve ABD’de olduğu gibi yerel yönetim biçimlerinin merkezi yönetim biçimlerine göre daha büyük ağırlık taşıdığı ülkelerin ana kentlerinde, kent müzeleri görece erken dönemlerde oluştu ve daha çabuk gelişti. Bu kuralın dünyanın ilk kent müzesi olarak kabul edilen ve Paris’in modernleşme planları ile yıkılan kesimlerinden bazı kalıntıları korumak üzere geliştirilen Paris Kent Müzesi (Carnavalet) gibi istisnaları da var; ancak, genel eğilim bu yönde. Öte yandan, merkezi yönetimlerin adeta her gelişmeyi belirlediği toplumlarda, kent müzeleri var olsalar bile, çoğu zaman kentin değil, parçası oldukları imparatorluğun, devletin tarihini, olsa olsa bu tarihin o kente düşen parçalarını yansıttılar, daha bürokratik ve hantal yapılar biçiminde ortaya çıktılar. Buna rağmen, 1968-89 döneminin fırtınaları -başta Avrupa müzeleri olmak üzere merkezi yönetimlerin ağır bastığı birçok ülkede en tutucu müzelerin bile kendilerine çeki düzen vermelerini gündeme getirdi. Türkiye’de kent müzeciliğinin hikayesi ise, denebilir ki bir bakıma bu genel çizgiye uygun, ancak büyük bir zamansal gecikme, direnç ve yavaşlıkla gelişti. 1990’dan önce Belediye Müzesi adıyla anılan, ancak esas olarak bazı seçme porselen ve eşya koleksiyonlarından oluşan, kıyıda köşede kalmış bir kurum olan İstanbul Şehir Müzesi ile, İzmir Fuarı’nın ilk dönemlerinde başlanıp sonu gelmeyen bir özel pavyon oluşturma girişimi bir yana bırakılırsa, kent müzeleri ve müzeciliği, kavram olarak bile çok geç bir aşamada, ancak 1990’larda, Türkiye’nin gündemine gelebildi. Ne var ki, bugün Türkiye’de müzecilikle ilgili istatistiklere, haberlere bakanlar son 20 yılda Türkiye’de bir kent müzesi patlaması yaşandığını düşünebilirler. Gerçekten bu dönemde başlanan ve önemlice bir bölümünün açılışı da yapılan “kent müzesi” ya da “kent müzesi projesi” sayısı yüzlerle ifade edilecek büyüklüktedir. Aralarında bilgisayar firmaları da bulunan birçok ticari kuruluş bu alana girerek, hayli yüksek kar oranları ile, çok kısa sürelerde müşteriye teslim edilen, yerel yaşamı yansıttığı belirtilen malzemelerin bile çoğunlukla bir başka kentteki aynı ticari kuruşlardan satın alındığı, birbirine çok benzer müzeler üretiyorlar. Hatta bu işin -işlev, malzeme, hazırlık, sonuç bütünlüğünden uzak, başka kaynaklardan, entelektüel haklar yok sayılarak aktarılmış, “konu”yla ilgili olmayan paragraflarla dolu, ancak çoğu madde hiç uygulanmadığı için bunun öneminin de olmadığı -bir el kitabı bile yayınlanmış durumda. İşveren kuruluşlar ise genellikle belediyeler, daha doğrusu belediye başkanları… Çoğunlukla kentteki terk edilmiş ya da onarıma ihtiyaç gösteren -hemen tümü küçük çaplı- tarihi bir bina bu proje için işlevlendiriliyor ve kitle turizmi uğrağı olabilecek ve belediye yönetimine prestij sağlayacak -en azından böyle olması ümit edilen- bir kuruluş süreci dünya müzecilerini kıskandıracak büyük bir hızla tamamlanıyor. Bu ilginç gelişmeyi nasıl değerlendirmek mümkün? Tuhaf gelebilir; ancak yapılabilecek birbirine zıt iki yorumda da haklılık payları olabilir. Bir uçta, yaşadığımız son 20-30 yılda Türkiye’nin koşullarının müzecilikte, hele hele kent müzeciliğinde her anlamda gerçek bir sıçramaya olanak vermediği ve kullanılabilecek fonların ancak belediye, yerel ticaret ve sanayi odaları ve kentin kimi varlıklı ailelerinin kaynakları olabileceği, bu konuda dikkate alınacak temel veriler olarak kabul edilebilir. Aynı “gerçekçi” kabulün bir başka uzantısı olarak ülkemizde yerel tarih araştırmalarının çok sınırlı olduğu, Batı’daki iyi örneklere benzer türden kent müzeleri kurulmak istenirse, yerel bilgi ve özellikle görsel malzeme eksikliğinin kolay kolay aşılamayacak büyüklükte bir ayak bağı oluşturduğu, zaten yerel tarih üzerine çalışarak araştırmalarla kurgulanacak hikayeler, koleksiyonlar, özel sergiler oluşturabilecek küratör ve müzecilik personelinin de daha yeni yeni yetişmeye başladığı da iddia edilebilir. Elde kalmış tarihi bina sayısının zaten az olduğu, bunlardan bazılarının –acele ve kural dışı restorasyon yöntemleri ile olsa bile- “korunma”sının, bu arada bazı müzelik eşyalara sahip çıkılmasının yerel korumacılığa büyük bir katkı oluşturduğu da ileri sürülebilir. Ayrıca, böyle bir projeye en çok bir belediye başkanının görev süresi içinde başlanıp işin aynı dönemde bitirilmesi gerektiği, aksi takdirde projenin ortada kalacağı, müze yönetiminin mesleki özerkliğinden bahsetmenin ise kimse tarafından kabul görmeyeceği, ilgili kurum yönetiminin mutlaka belediyenin bürokratik bir birimi olmasının zorunlu olduğu uyarısı da yapılabilir. Ve nihayet, en önemlisi, eğer kentsel yoksulluk, işsizlik, kentteki farklı etnik, dinsel gruplar arasında karşılıklı anlayış ve saygının geliştirilmesi, kent yönetimine halk katılımının sağlanması, kent halkının sağlık, eğitim, barınma problemleri, deprem ve afetler karşısındaki korunaksızlığı, yerel çevrenin tahribi gibi konu ve sorunlar ele alınacak olursa, bu tür niyetlerin müze faaliyetleri için büyük riskler yaratabileceği de belirtilebilir. Tecrübeye dayanılarak böylesi kurumların her düzeydeki ve her dönemdeki iktidar sahipleriyle çok iyi geçinmeden, onların gözünde hep makbul kişi ya da kurum konumunda kalmadan kurulamayacağı da söylenebilir. Dolayısıyla, bütün bu veriler dikkate alındığında, büyük çoğunluğunun aslında “müze-ev”, “anı mekanı”, “kent bilgi merkezi”, çok çok “etnografya müzesi” diye anılması doğru olacak kuruluşlara asılan tabelalar da haklı bulunabilir, yahut bu işlemler haklı gösterilebilir. Son yirmi yılda Türkiye’de sayısı yüzleri bulan “kent müzesi”nin kurulmuş olmasına ilişkin ikinci yorumun temeli ise, kavramları yerinde kullanmak, kurumları adlarıyla anmak gerektiği ilkesidir. Nasıl üniversite niteliğini taşımayan bir eğitim kurumuna bu adın verilmesi yanlışsa, kent müzesi olmayan bir kurumun “kent müzesi” olarak tanımlanması ve tanıtılmasının da önemli bir kavramın ve ihtiyacın üstünü örterek sahte ya da çok kısmi bir tatmin sağladığı görüşüdür. Bu yoruma göre, kentsel sorunlar, profesyonel kurum ve kişilerin desteğiyle kentlilerle tartışılıp araştırılıp çözüm yolları aranmadıkça çözümlenemez; bu bağlamda kent müzeleri öncelikle yerel demokrasinin, katılımın, kentliler arası iletişimin önemli bir kurumu olmalıdır. Müzeler turistik tanıtım ya da politik propaganda merkezlerinden farklıdır. Kent müzeleri, adlarına layık olmak için, kentin ve kentlilerin tarihi ile bugünü arasında bağlantılar kurup bunları araştırarak yansıtarak kentin sorunlarına çözüm bulma kapasitesini geliştirerek böylece kentlilere açık bilgilenme ve tartışma ortamları yaratarak sürekli çift yönlü iletişim kurarak sergiler, tartışmalar, konferanslar düzenleyerek yayınlar yaparak işlevlerini yerine getirebilirler.
Eğer belli bir ülkede ya da kentte, belli bir dönemde böylesi işlevleri yerine getirebilecek kurumların oluşturulması herhangi bir nedenle- henüz olanaksızsa, o durumda kent belleği merkezlerine önayak olarak, bu toplumsal ihtiyaç konusunda farkındalık oluşturarak uluslararası standartlara uygun proje hazırlık çalışmaları yapıp mali-beşeri kaynak araştırmaları başlatarak iyi uluslararası örnekleri derinliğine inceleyip öğrenerek kısaca gerçek kurumlar için hazırlıklar yaparak sürece katkıda bulunulabilir. Bu tür çalışmalar merkezi yönetimle veya bazı belediyelerle yapılamıyorsa, işbirliğini başka birimlerle yapmak, sivil inisiyatifleri harekete geçirmek, kısaca yalnızca gerçek kurumlar kurma şansı en büyük olan projeleri zorlayıp ortaya iyi örnekler koymak, uzun dönemde çok daha verimli olacaktır. Bu ikinci yaklaşıma göre, örneğin Tarih Vakfı tarafından 1992-2005 yılları arasında Darphane-i Amire’de girişilen İstanbul Kent Müzesi, Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından Karaoğlu Parkı’nda 2006-2009 yılları arasında başlanan Antalya Kent Müzesi projelerinin- doğru ve Avrupa ölçeğinde de öncü modeller olmalarına, dönemin en önde gelen yabancı müzecilerinin desteğiyle geliştirilmiş olmalarına rağmen –yarıda kalmış olmaları bizi korkutmamalıdır. Örneğin bu iki müze projesinden alınan derslerle ve yetişen kadrolarla, 2010’da İstanbul’da kurulan küçük çaplı, sınırlı olanaklı Adalar Müzesi gibi başarılı denemeleri çoğaltmak, özetle çok moda olsa da “gerçek üstü” girişimlerden uzak durup kentlerin asıl sorun ve ihtiyaçlarına yönelmek ya da her ne iş yapılıyorsa onun adını doğru koyarak ilerlemek mümkündür. Ben, aktif yaşamının uzunca bir dönemini ilgili alana harcamış bir kişi olarak söz konusu iki yorumun, iki tutumun, iki farklı yolun değerlendirilmesini, kent ve bellek alanının ilgililerine, yani tüm aktif kentlilere, özellikle genç kent yöneticilerine, müzecilere, sosyal bilimcilere, tarihçilere ve genç kentlilere bırakıyorum. Bu konuda daha ayrıntılı okuma yapmak isteyenlere academia. edu sitesinde bulabilecekleri "Farklı Tarihler, Farklı Müzecilik Anlayışları, Benzer İhtiyaçlar” ve ayrıca “Kentin Ortak Belleğinin Korunması” başlıklı yazılarımı öneriyorum. İngilizce kaynaklardan yararlanabilenlere ise Dünya Müzeler Konseyi’nin (ICOM) Kent Müzeleri Uluslararası Komitesi’nin (CAMOC) internetten de ulaşılabilen yayınlarını okumakla işe başlamalarını salık veriyorum.
*Bu yazı, Kent dergisinin Ocak-Mart 2021 tarihli dördüncü sayısında yayımlanmıştır.
*Derginin tamamını okumak için tıklayınız.