Şehirde Yürüyen Kadınların İzinde: Flanözler Üzerine
Hayatının farklı dönemlerinde New York, Londra, Venedik, Tokyo ve Hong Kong gibi farklı şehirlerde yaşamış Amerikan yazar ve flanöz Lauren Elkin’in “Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar” kitabı ile bu şehirlere dair edindiği deneyimleri ve bu şehirlerin sokaklarında yürüyen kadınlarını okuyoruz. “Flanözlük” kavramı üzerinden yola çıkarak kadınların şehir yaşamında yürüyebilmelerini ve var olabilme biçimlerini sorgularken her birer bölümde Virginia Woolf’tan George Sand’e, Agnes Varda’dan Sophie Calle’e kadar çeşitli flanözler de yürüyüşlerimize eşlik ediyor. Kitapta şehirler, satırlar arasında pitoresk bir şekilde zihnimizde betimlenirken bu kavramla birlikte kadınların şehirlerdeki özgürlük arayışı ve karşılaştıkları engeller tarihsel bir süreçte derinlemesine ele alınıyor.
Hadi hazırsanız bu tarihsel sürecin sokağına çıkalım ve bir yürüyelim.
Yeniden tanımlamak: Flanör mü flanöz mü?
Kelime kökeni “flana”dan gelen “flanör”, 19. yüzyıldan itibaren Paris'te erkeklerin sokaklarda dolaşıp gözlem yaparak şehri deneyimlemesini simgeliyor. Bir yere varma hedefi olmadan saatlerce yürüyebilme ve acil bir sorumluluğu olmayan erkeğe özgü bir ayrıcalık olarak nitelendiriliyor. En bilinen flanörlerden Honore de Balzac’ın flanörü yürüme deneyimiyle sanatını besliyor, Walter Benjamin’in flanörü Paris’in pasajlarında kayboluyor, Charles Baudelaire’in flanörü kalabalıkta bir sığınak arayışına giriyor. Peki kaldırım taşları sadece yalnızca erkeklerden oluşan flanörler yürüsün diye mi dizilmişti? Kadınlar neredeydi?
Kent sahnesi elbette ki sadece erkeklere ait değildi. Her ne kadar “figüran” görevi görseler de kadınlar da sokaktaydı. Kimi zaman pazarda bir tezgahın ardında, kimi zaman oyun oynamak için sokakta, kimi zaman ise elbisesini diktirdiği terzide… Sonsuz ihtimallerin yaşandığı şehirlerin dolaşımındalardı. Jane Jacobs’ın da dediği gibi sokağın gözü olan o insanlardı. Hatta öyle bir görünmezlik söz konusu ki Agnes Varda’nın “Les dites cariatides” isimli kısa filminde, Paris’teki yapıtlarda kadın figürlerinden oluşan bina taşıyıcı kolonlarının insanlara sorulduğunda kimse tarafından fark edilmediğini tespit eder. Ancak erkek figürlerin ise bir ismi bile var: “atlant”. Bütün bu bağlamda kadınlar, sadece onlara dayatılan rollere göre yaşamak zorunda kalsalar da var olma mücadelesinin hep sürdüğünü Lauren Elkin ile birlikte adeta bir zaman yolculuğuna çıkarak görebiliyoruz.
Flanöz (flâneuse) bu noktada, flanör (flâneur) teriminin eril bir anlatıdan sıyrılarak yeniden yorumlanmış bir hali olarak öne çıkıyor. Kitabın yazıldığı zamanlarda literatürde bir kabule kavuşmadığını ve Elkin’in “hayali bir tanım” olarak sözünü ettiği bu kelime, flanör kelimesinin derin anlamına rağmen çeviri karşılığında “şezlong” olarak karşımıza çıkıyor. Yani bu pencereden bakarsak kadın yalnızca evdeydi ve evde uzanıp oturabiliyordu, belki de o da ancak o pencere sokağa bakıyordu ve zaten bu isteniyordu.
Sokakta görüldü
18. ve 19. yüzyıllarda ise şehirde “serbestçe” gezebilen kadınlar fahişeler, bakıcılarıyla dışarı çıkabilen burjuvalar ve çalışmak için “sokağa çıkma gerekliliği” işçi sınıfından kadınlardı. Ama sokağa çıkmak yine özgür oldukları anlamına gelmiyordu, nerelerde dolaşıp kaçta çıkabileceklerine kadar tüm eylemlerini yine başkaları belirlemişti. 19. yüzyıl itibarıyla sosyal yaşama kamusal alanlarda daha çok katılmaya başlıyorlar ancak bu rolde bile özgür olamıyorlar. Şehir yaşamına katıldıkça, “görünür” hale geldikçe, bu sefer de erkekler tarafından göz hapsine giriyorlar. Hatta baskı öyle büyüyor ki erkekler olmasa bile o bakışların baskısı altında hareket ediyorlar.
Elkin kitapta, flanöz kavramını kadınların kendi hikayelerini yazma, sesini çıkarma ve şehir alanında özgürce var olma eylemini anlatmak için kullanıyor. Flanözü sadece yürüyüş yapan bir kişi olarak değil, yürüdüğü yerlerde aynı zamanda bir gözlemci, katılımcı ve toplumsal eleştirmen olarak konumlandırıyor, tıpkı flanör gibi. Kişisel deneyiminde bu eylem her ne kadar bir yerden bir yere gitme halini içerse de yürüdüğü zamanlarda istediği anda durabilmeyi yürümenin aynı zamanda ne kadar durağanlık imkanı tanıyabildiği olarak da yorumluyor. Ve bu durağanlığın bile oldukça dikkat çekme potansiyeli olduğunu anlatıyor.
Kadınların yürüyüşleri, yalnızca fiziksel bir hareket değil; aynı zamanda bir kimlik inşası, bir ifade biçimi ve bir direniş eylemi olarak görülüyor. Hatta öyle ki yürürken dikkat çekmek için bir şey yapmanın gerekmediğini sadece “dışarı çıkmış olmanın” bir itaatsizlik niteliği taşıdığını anlatıyor.
Sayfalarda ilerledikçe flanözlere, Elkin’in deyimiyle bazen New York’ta bir köşe başında dikilirken Kyoto’da bir kapı aralığından geçerken Paris’te bir kafede kahvesini yudumlarken Venedik’te bir köprüye adım atarken ya da Hong Kong’ta feribota binmişken rastlıyoruz. Bambaşka bireyler olsalar da hepsinin tek bir ortak noktası var: şehrin doğal akışının bir parçası olmak, sokaklardan göze çarpmadan gelip geçmek aynı zamanda da dilediklerini diledikleri gibi yapabilmek için özgür olmak istiyorlar.
Farklı coğrafyalarda aynı sınırların gölgesinde
Kitapta şehirlerin kadınlar için ne anlama geldiğini ve bu mekanların kadınların yaşamlarını hatta davranışlarını ve fikirlerini nasıl şekillendirdiğini okuyoruz. Büyük şehirlerin karmaşası, hareketliliği, nüfusu, sunduğu alanlar kadınlar için hem bir fırsat hem de bir tehlike barındırıyor. Elkin, bu çelişkiden doğan kontrastı ele alarak meseleyi daha derin bir şekilde anlamamıza yardımcı oluyor. Her bölümde yaşadığı farklı bir şehirle, bu şehirlerin sunduğu farklı deneyimler ve zorlukları gözler önüne seriyor.
Bir yerden bir yere yürümenin pek de mümkün olmadığı, sosyal aktivitelere erişmek için arabayla bir saatlik yol kat edilmesi gereken Long Island’da doğup büyümesinin ardından yaşadığı ilk şehir olan New York’a geldiğinde bir yerden bir yere yürüme eylemiyle ilk kez tanışıyor diyebiliriz. Bu eyleme yalnızca fiziksel hareket olarak alan tanıyan bir şehre gelmiş olması, bölünmüş kare bloklar arasındaki sıkışmışlık ve kalabalık hala ona peşinde olduğu özgürlüğü tattırmamıştır. Paris’e taşındığında ise durum değişir. İlk kez bir yere varma kaygısı olmadan yürümeyi deneyimlediğinde, ona Jean Rhys’in yürüyerek yazdığı ve şekillendirdiği romanları eşlik eder. Ardından sokakta görünmez olabilmek ve özgürce hareket edebilmek için erkek kıyafetleri giyen George Sand ile tanışırız. Bu figürlerin yanı sıra, şehrin radyal sistemi onu okumanın kolaylığı açısından kayboluşların bir o kadar güvenli olabildiği duygusunu tadarken ilk kez tam anlamıyla flanözlüğü Paris’te yaşadığını dillendiriyor.
Londra’da birlikte yürüdüğü Virginia Woolf ile ise eğitim seviyesi yüksek bir topluluk olan Bloomsbury grubunun sokağa çıkmasının Woolf’un düşüncelerini ve yazılarını nasıl beslediğini okuyoruz. Sokaklardaki dramatik olayların arayışında olmak, gürültüden bir ses bulmak Woolf için yazılarının bir temeliydi, en çok da kadınları izleyerek yazıyordu. Sokağa çıkıldığında “kendimiz olmak”tan sıyrılıp “şehir manzarasının işlevleri” haline gelindiğinden söz ediyor. Kadınlar olarak bir kez bakışların odağı olmaktan, gözlemlenen olmaktan kurtulunca asıl o zaman gözlemci şapkası takılabildiğini aktarıyor.
İş ve okul gibi zorunluluklarının ardından roman yazmak için bulunduğu Venedik’te çıkmaz sokaklar ya da suya çıkan sokaklarla ilk kez morfolojik endişeleri hissediliyor. Burada hikayeye dahil olan Sophie Calle isimli fotoğraf sanatçısının yürüme deneyiminde bir erkeğin peşine takılarak onun tavırlarını izleme ve fotoğraflamasının ardından oluşturduğu sergiye tanıklık ediyoruz. Bana göre en çarpıcı flanözlük örneklerinden olan Calle deneyimi, rollerin cinsiyet açısından değiştiği bu takip eyleminde bilinçli bir izleme ve izleme eyleminde kaybolma hali olarak karşımıza çıkıyor.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde sevgilisi için Tokyo’ya taşınmasıyla birlikte yıllara yayılan özgürlüğünün bir otelin 16. katına sıkışıp kalmasıyla sekteye uğradığını görüyoruz. Yüksek katlı binalar, köprüler, tüneller, yollar Elkin için yürümeye alan tanımıyor. Çünkü neredeyse futuristik olarak nitelendirilebilecek bu yaşamda serbestçe dolaşmak için her şey fazla düşünülmüş ve otomatize edilmiş. Fiziksel ve duygusal kapanın yanı sıra kültürel açıdan da bulunduğu en farklı coğrafya olması, dil bariyeri gibi durumlar diğer yaşadığı şehirlere nazaran kişisel hareket edebilme olanağından uzaklaştığını ve bağımlı bir hale geldiğini hissettiriyor.
Dönüp dolaşıp geldiği ve halihazırda da yaşadığı son durak yine Paris. Tekrar tekrar buradaki deneyimlerini aktardığı son Paris bölümünde bir turist olmanın ötesinde, ama yerliliğin de berisinde biraz da göçmen tavırlarıyla şehri öylesine benimsemiş ki yürümenin tarihsel bir aktarımın sunulduğu ve temelde bir bağ kurulduğunu anlatıyor yaşanılan yerle. Bu noktada kentsel belleğin önemini, Paris’in devrim ve ayaklanmaların izlerini insanların bir araya gelme geleneğini simgelemesini ve sokakların toplumsal dayanışmanın mekanları olduğunu vurguluyor. Bazı olaylar her ne kadar tarihten silinmek istense de kent sahnesinde meydana gelen her bir olay sokakta bulunan kişi tarafından kaydediliyor ve burada sokaktaki kişinin tarihsel aktarımdaki önemini vurguluyor.
Hala adımlıyoruz ama ilerleyebiliyor muyuz?
Sonuç olarak kadınların şehir hayatında var olması ama aynı zamanda bir o kadar yok olması tezatlığı tüm meselenin düğümlendiği nokta. Kadınlar birileri tarafından ne zaman ve nasıl dışarı çıkacağı karar verildiğinde kimliği görünmez bir vaziyetteyken kendi istediği gibi dışarı serbestçe çıktığında bakışlar ona çevriliyor. Bunların hiçbirisine kendisi karar veremiyor. Kadınların şehirlerde yüzyıllara yayılan var olma ve dilediği gibi davranabilme mücadelesinin ayak izlerinin sesi günümüzde hala yankılanıyor.
Kitabın bitirdiğimde bir kadın, şehir plancısı ve hayatım boyunca metropol sokaklarını arşınlamış birisi olarak etkilenmemem mümkün değildi. Lauren Elkin ve anlattığı bütün kadınlarla farklı coğrafyalardan gelsek de farklı zamanlarda yaşasak da içimizdeki özgürlük arzusunun ortaklaşması beni bir yandan sevindirse de bir yandan tarihe yayılan bu mücadelenin hala sürmesinin üzüntüsünde buldum kendimi. Satırların arasından seslerini duyduğum tüm kadınların hislerinde kendime de karşılık buldum. İstanbul’da yürümeyi en sevdiğim yer olan Beyoğlu’nda yürürken varmak istediğim noktaya genellikle ara sokaklardan dolaşarak gidiyordum. Bu ısrarlı davranışım bir yerde kendine favori bir rota belirledi ve beni bugün hala oradan yürütmekte. En başta ara sokaklardan dolaşmış olmanın verdiği özgürlük hissi, sonralarda sadece bir rotadan yürümeye başladığımda aslında derinlerde bir yerde güvenliğimi ne kadar gözetiyor olduğumu bana gösterdi. Yani özgürce dolaştığımı sanarken bile kaygılarım beni bir noktada kısıtlıyor.
Sonrasında flanör ve flanözlerin hal ve hareketlerini düşündüm. İkisi de şehirde yürüyor, düşünüyor ve gözlemliyor. İkisi de temel bir hak olarak kente katılıyor. Ne zamanki olaya bir ikincil ve üçüncül şahıs ve fazlası eklenirse orada flanözün eylem ve alanı sınırlanıyor. Sokakları daralıyor, kaldırım taşları bozuluyor, yürüdüğü yol karanlıklaşıyor ve kendini kapalı mekanların ardında buluyor. Flanör için ise bunların hiçbiri söz konusu olmuyor. Temelde birbirleriyle tamamen aynı eylemde bulunan iki karakterin, dış etkenler devreye girdiğinde dezavantajlarının olması diğerinin avantajına olan bir durum mu diye sorgulamadan edemiyor insan. Ne zamanki bu durum kimsenin avantaj ya da dezavantajına olmadığında; şehir sahnesi spot ışıklarını istediğimiz zaman kapatıp açabileceğimiz, ışıkların yönlerini değiştirebileceğimiz, herkesin aynı koşullarda paylaştığı bir hale geldiğinde tarihte özgürlük arayışındaki tüm kadınların yankısı karşılık bulacak.
Sahne hazır ama artık senaryoların ve karakterlerin yazıldığı kağıt hışırtıları bir düzen yaratmıyor. Ayakkabılarımızı giyip kapıdan dışarı çıkıyoruz.