07.01.2022

İnsan Ötesi Türler İçin Yaşam Alanları: Türlerarası Bağımlılığımızı Yeniden Düşünmek

YAZAN:  Zeynep Turan Hoffman, John Jay College, Öğretim Görevlisi

Hem iklim krizi ve hem de COVID-19 pandemisi bir yandan küresel güvenlik ve kamu sağlığı için büyük bir tehdit oluştururken, diğer bir yandan da insan-çevre ilişkisinin yeniden sorgulanması gerektiğinin hayati vurgusunu yapıyor.

2020 yılında pandeminin hızla yayılımı sırasında uygulanan tam kapanma süreci kentlileri evlerine ve ekranlarına kilitlerken yaban hayatın kente dönüşüne de olanak sağladı. Şili’nin Santiago kentinde puma, Llandudno (Galler)’de yaban keçisi, Hindistan’da misk kedisi, San Francisco’da çakal, Venedik’te kuğular kent merkezlerinde gözlemlendi. Kentsel gelişim ve yapılaşma, ulaştırma, sanayinin duraklaması ve malzeme ve insan akışının azalmasıyla, pandemi öncesi yaşam alanları tahrip edilerek kent dışına itilen yaban hayatı, bizim sosyal ve ekonomik hayattan uzaklaştığımız süreç içinde kente dönüş yolunu buldu.

İçinde yaşadığımız kentler yaban hayata yaşam alanı tanımıyor. Işık ve ses kirliliğinin ötesinde, kentsel açık alanların diğer canlı türlerini düşünmeksizin tasarlanması, kentin çeperinde yer alan orman alanlarının parçalanması, mera ve otlakların tarıma ve diğer kullanımlara açılması, sucul ekosistemlerin kirlenmesi, kuraklık gibi konular hem yaban hayat, hem de ortak geleceğimiz için çok kritik olan biyoçeşitliliğin kaybına yol açıyor.

Biyoçeşitlilik, dünya üzerindeki canlı türlerinin ve yaşadıkları ekosistemlerin çeşitliliği anlamına gelir ve gezegende yaşamın sürdürülebilmesi için gerekli en önemli koşullardan biridir. Özellikle tarımsal üretimin geleceği ve tıbbi ilaçlarda kullanılan ana maddelerin sağlanması için bitki, hayvan, mantar ve mikroorganizmaların çeşitliliği ve bu türlerin var olabildikleri habitat alanlarının korunması büyük önem taşır. Yaban hayat ekosistemlerin tahribatı, koronavirüs gibi viral yolla hayvanlardan insanlara bulaşabilen hastalıkların (zoonotik hastalıklar) ortaya çıkmasına da sebep olduğu için bu ekosistemlerin korunması kamu sağlığı açısından hayati önem taşımaktadır. Öte yandan, iklim krizi ile ilişkili düşünecek olursak bu habitatlar – özellikle orman ve otlak ekosistemleri – karbon deposu işlevi görür ve dolayısıyla bu sistemlerin parçalanmaları atmosferik karbon miktarını ve küresel ısınmayı arttırır. Dolayısıyla İstanbul gibi çok benzersiz bir coğrafi konumda yer alıp zengin bir biyoçeşitliliğe sahip olan ve 15+ milyon insanı barındıran bir kentin geleceği, var olan ekosistemlerin (sucul, orman, otlak ve maki, kumul ekosistemler) ve biyoçeşitliliğin korunmasına ve sürdürülmesine bağlıdır.

Bu ürkütücü tablonun arkasında yatan, türümüzün insan ötesi türlerle kurduğu ilişkiyi biçimlendiren, içinde var olurken dengesini bozduğumuz ekosistemlerle sorunlu ilişkimizi belirleyen bir model var: modern kapitalizm. Kapitalizm bir ekonomik ve felsefi sistem olarak sırf kâr odaklı bir yaklaşımla ve “kalkınma” kılıfı altında doğal kaynakları sonsuz kullanıma açık bir artı değer olarak tanımlayıp, hem sosyal hem de ekolojik dengeleri altüst ediyor. Muğlak bir yaşam kalitesi tanımlamasıyla ihtiyacımız olmayan nesnelere arzu duymamızı sağlayıp, bu nesnelerin üretimi için gerekli olan emeği, ekolojik ayak izini ve yıkımı görünmez kılıyor. Felsefi bir boyutta da kapitalizm, türümüzü merkeze oturtup diğer canlılardan ve doğadan üstün olduğumuza dair bir değer sistemi yaratıyor. Oysa antropolog Anna Tsing’in altını çizdiği gibi; insanoğlunun doğası türlerarası bir ilişki olarak vuku bulur (Tsing 2012). Geleneksel ve tarihsel olarak doğa üzerinde topyekûn hâkimiyet kuran, özerk, kendine bakabilen ve türünü sürdürebilen bir insan doğası tasviri yerine diğer türlerden bağımsız yaşamını sürdüremeyen bir insan doğası anlayışı ve etiği gereklidir (ibid). Dünya üzerindeki canlı hayatı çevreleyen tehditlere bakınca kâr ve kalkınma odaklı bır anlayış yerine türler arasındaki dayanışmaya ve simbiyotik bir geleceğe yatırımın önemi ortaya çıkar.

Kent, insan, doğa ve yaban ilişkisini sürdürülebilirlik ve esneklik kavramları üzerinden tekrar yorumlayıp, insan ötesi türleri dışlamayan yaşam alanları yaratmak için ilk adım varolan farklı ekosistemlerin korunması ve kontrolsüz yapılaşmanın önlenmesidir. Yaban hayata yaşam alanı açmak için korumanın ötesinde “yeniden yabanlaştırma” (rewilding) kavramından ve ortaya koyduğu prensiplerden yararlanabiliriz.[1] Yeniden yabanlaştırma bozulan ekosistemlerin restore edilmesi ve yaban hayatın tekrar bu alanlara dönmesinin sağlanması olarak açıklanabilir. Daha büyük ölçekteyse birbiriyle ilişkisi kopmuş ekosistemlerin birbirlerine bağlantısının planlaması olarak işler. Yeniden yabanlaştırma çerçevesinin ilk prensibi odaklanılan ekosistemin yerele özel nitelik ve niceliklerinin analizidir. Varolan ilişkilerin, dengelerin ve tehditlerin analizi yapılmalıdır. Biyoçeşitliliğin korunması için istilacı türler belirlenmeli ve mücadele edilmelidir. İzlerine rastlanan endemik türler ekosisteme tekrar kazandırılmalıdır. Doğal döngülere yönelik sorunlar ele alındıktan ve kilit türler ekosisteme yeniden kazandırıldıktan sonra “yeniden yabanlaştırma” daha başka bir insan müdahalesi olmadan doğanın kendi rotasını belirleyip, dengenin tekrar kurulacağını savunur.

İçinden geçtiğimiz süreç hem ekolojik sistemin ayrılmaz bir parçası olarak rolümüzü hem de diğer canlılara olan bağ ve bağımlılığımızı yeniden değerlendirmemizi zorunlu kılıyor. Kentleri ve ortak geleceğimizi onları da düşünerek tasarlamak zorundayız. Diğer türlerin varolmadığı bir gelecek bizim türümüzün de varolmasını imkansız hale getirecek.

[1] 2020 Güz döneminde İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Yüksek Lisans programında Elif Kendir Beraha ile ortak yürüttüğümüz Yabankent araştırma stüdyosu kapsamında 15 katılımcı İstanbul ekosistemlerini ve bu ekosistemler üzerindeki tehditleri analiz edip, ekolojik çözüm senaryoları ürettiler.

*Bu yazı, Kent dergisinin Ekim-Aralık 2021 tarihli altıncı sayısında yayımlanmıştır.

*Derginin tamamını MBB Kültür Yayınları sitesinden buraya tıklayarak indirebilirsiniz.