Faruk: "Seni Artık Tanımıyorum İstanbul"
YAZAN: N. Berk Çoker
Rahmetli Maaz Dedemi ne mutlu ki 20'li yaşlarımın başına kadar tanıma ve onunla sohbet edebilme şansı buldum. Nev-i şahsına münhasır bir şahsiyetti. Subay kökenli olması, bir tarafta bizi kuzenimle hazır ola geçirir, diğer taraftan da hiçlik içinde büyüyen 1910 kuşağına özel eli sıkılığı, bayram harçlıklarını bir sonraki bayramda beklememize sebep olurdu. Ama onu çok severdim, çünkü adı üstünde o dedeydi. Ben hiçbir zaman yaşlılığı o yaşlarda anlayamadım, gençlik işte, hiçbir şey umurunda olmadan yaşarsın. Günler bitmeyecek, saçın ağarmayacak, yaşıtlarından sürekli vefat haberleri duymayacakmış gibi… O "çok" genç yıllarımdan birinde Dedem'e hep hayata dair tersten bir soru yöneltirdim, bir keresinde "Dede, lise bitince, ne yapmamalıyım dersin?" dediğimde, "her şeyi yap ama yaşlanma" demişti. Türkiye genç bir ülkedir algısının kırıldığı, X kuşağı olan kendimin de 50'lere merdiven dayadığı bir günde izliyorum 96'lık Faruk'un filmini.
Aslı Özge’nin Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği tarafından verilen FIPRESCI ödülüne layık görülen Faruk filmi, ülke sinemasına damgasını vuracak bir derinlik ve incelikle, yaşlılığın yalnızlığı, kuşaklar arası çatışma ve hızla değişen bir metropol olarak İstanbul’un birey üzerindeki yıkıcı etkilerini ustaca işliyor. 2024 yapımı bu eser, sadece bir yaşlı adamın yaşamına değil, aynı zamanda bir şehrin hafızasının kayboluşuna da odaklanıyor.
Film, Faruk’un kentsel dönüşüm tehdidi altındaki evinde, anılarla dolu bir yaşamı koruma çabasını ve bu mücadele sırasında kendi kızının çektiği filmde bir karaktere dönüşme sürecini anlatıyor. Bu anlatı, yalnızca bir bireyin değil, aynı zamanda modern toplumun dönüşüm sürecindeki kırılganlığının da hikayesi.
Şimdi sıkı durun, bir gerçek var inanmak istemediğimiz, o da artık mahallemizde ya da binamızda kimseyi tanımıyoruz. Komşularınız eğer sizinle aynı anda binaya girmemek için adımlarını yavaşlatıyorsa, asansörün kapısını tutmuyor da hızlıca çıkacağı katın düğmesine basıyorsa, otoparkta selamlaşmıyorsanız, sokakta telefonla konuşuyor gibi yapıyorsa Faruk'tan daha şanssızsınız. Çünkü onun 90'larından sonra maruz kaldığı yabancılaşmaya daha 40'larınızın ortalarında, belki de daha genç tanıklık ediyorsunuz.
"İstanbul’u İzliyorum, Gözlerim Pek Seçemiyor"
Kaz ayaklarına göz damlası damlatan, kapısına gelen satıcı tarafından telefonu çalınan, kentsel dönüşüm ikna turlarında "biz yeni binayı görür müyüz" diye soran, şehir büyüdükçe sürekli küçülen "Faruk"…
Faruk’un tartışmasız en güçlü unsurlarından biri, kesinlikle görüntü yönetmeni Emre Erkmen’in yarattığı etkileyici sinematografi. İstanbul’u bir yaşlı adamın gözünden yeniden tanımlayan Erkmen, kenti izleyiciye tanıdık ama bir o kadar da yabancı bir yer olarak sunuyor. Gündelik yaşamın karmaşasında yok olan detaylar, Faruk’un yalnızlığı ve hatıralarıyla bütünleşerek şehrin kayıp ruhunu açığa çıkarıyor. Özellikle apartman toplantılarında kullanılan dar, klostrofobik açılar, Faruk’un hem fiziksel hem de duygusal sıkışmışlığını mükemmel bir şekilde yansıtıyor.
Faruk’un hikâyesinde İstanbul sadece bir mekân değil, aynı zamanda karakterin içsel çatışmasını yansıtan bir ayna işlevi görüyor. Kadrajdaki boşluklar ve betonlaşan şehir silüeti, modernleşmenin birey üzerindeki yabancılaştırıcı etkisini çarpıcı bir şekilde vurguluyor.
Bu estetik yaklaşım, Michelangelo Antonioni’nin L’Eclisse (1962) filmindeki mekân ve insan arasındaki ilişkiye dair derin gözlemleri akla getiriyor. Antonioni, Roma’nın hızla modernleşen çehresini bir arka plan olmaktan öteye taşıyarak şehirde kaybolmuşluk hissiyle varoluşsal bir krizin eşiğine gelen karakterlerin iç dünyalarını açığa çıkarır. Şehrin kimliksizleşen mekânları, bireyin aidiyet hissinden nasıl koparıldığını ve kendi geçmişine yabancılaştığını güçlü bir şekilde resmeder. Tıpkı Antonioni’nin modern Roma’sı gibi, Aslı Özge’nin Faruk filmindeki İstanbul da kentsel dönüşümün soğuk gölgesinde, ana karakterin hem şehre hem de kendi anılarına olan mesafesini derinleştirir. İstanbul bu dönüşüm sürecinde sadece fiziksel bir alan değil, aynı zamanda kaybolan hatıraların ve kimliğin sembolü haline gelir.
Bu bağlamda, Zeki Demirkubuz’un Yeraltı (2012) filmindeki birey-şehir çatışması Faruk ile paralellikler taşır. Demirkubuz, büyük şehirlerin birey üzerindeki baskısını, yalnızlaşma ve bunalım temaları üzerinden işler. Yeraltı’nda şehrin kasvetli ve boğucu atmosferi, karakterin içsel çalkantılarını yansıtarak mekânı adeta bir metafor haline getirir. Benzer bir biçimde Faruk’un sıkışmışlık hissi, değişen İstanbul’un kimliksiz yüzüyle iç içe geçer. Ayrıca, Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak (2002) filminde mekânın insan ruhunu yansıtan bir anlatı aracı olarak işlenmesi, Faruk’la bir diğer bağlantıyı kurar. Uzak’ta, büyük şehre taşınan karakterlerin köksüzlük ve geçmişe özlem duyguları, İstanbul’un soğuk, mesafeli tasvirleriyle ifade edilir. Faruk’un yaşadığı nostalji ve aidiyet krizi, Uzak’taki karakterlerin yalnızlıklarıyla bir nevi kardeşlik kurar. Böylece Faruk; Antonioni, Demirkubuz ve Ceylan’ın izinden giderek mekân-insan ilişkisini derinleştirir ve kentsel dönüşümün birey üzerindeki sessiz ama yıkıcı etkilerini evrensel bir dile taşır.
Bir Kimlik ve Hafıza Mücadelesi
Filmin temel çatışmalarından biri, Faruk’un apartmanını yıkım sürecine karşı koruma çabası. Ancak bu sadece bir bina savaşı değil, aynı zamanda bir kimlik ve hafıza mücadelesi. Faruk, kentsel dönüşümün İstanbul’a dayattığı kimliksizleşmeyle başa çıkmaya çalışırken izleyiciye modernleşmenin insani maliyetlerini sorgulatıyor. Bu noktada film, The New Romanian Cinema (Yeni Romanya Sineması) akımının önemli temsilcilerinden Cristian Mungiu’nun 4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün (2007) filmindeki bireylerin sistem karşısındaki çaresizliğini hatırlatmıyor değil.
Faruk’un yıkım tehdidi altındaki evi, fiziksel bir mekândan çok daha fazlasını simgeliyor: geçmişin, ilişkilerin ve hatıraların somut bir yansıması. Ancak modern şehirleşmenin getirdiği hız ve tekdüzelik, bu anıları silerek hem karakteri hem de şehri köksüz bırakıyor.
Baba-Kız-Kent İlişkisi
Filmin derinlik kattığı bir diğer unsur, Faruk ile yönetmen kızı arasındaki karmaşık bağdır. Kızının çektiği filmde bir karakter olarak yer almak, Faruk’un gerçeklikle kurgu arasında gidip gelen içsel yolculuğunu daha da derinleştiriyor. Aslı Özge bu ilişkiyi işlerken herhangi bir yargıdan kaçınıyor; bunun yerine iki kuşağın farklı bakış açılarını ve birbirlerine olan duygusal bağlılıklarını hassas bir şekilde sunuyor. Faruk, yaşlılığın verdiği nostalji ve geçmişe duyulan özlemle yaşarken kızı, modern dünyaya adapte olmuş bir birey olarak hayatın getirdiği pratik zorluklarla mücadele eder. Bu, iki karakterin birbirlerini anlamaya çalışırken yaşadığı duygusal mesafeyi derinleştirir.
Bu ilişki, Tokyo Story (1953) filmindeki ebeveyn-çocuk dinamiklerini anımsatır. Yasujirô Ozu’nun hikayesinde, yaşlı çift Shukichi ve Tomi, çocuklarını görmek için Tokyo’ya giderler ancak çocuklarının modern yaşamın telaşı içinde ebeveynlerine zaman ayıramadığını görürler. Ozu, ebeveyn-çocuk bağının zamanla nasıl zayıfladığını minimal bir anlatımla işlerken Aslı Özge, Faruk’un kızıyla olan bağı üzerinden bu mesafeyi günümüz İstanbul’una taşır. Ozu’nun filminde yaşlı çift, çocuklarının ilgisizliğine rağmen sessiz bir kabullenme içindeyken Faruk’ta baba ve kız, birbirlerini anlamaya yönelik çatışmalı ama incelikli bir diyalog içindedir. Özellikle Faruk’un kızının çektiği filme kendi hatıralarını ve kişisel görüşlerini katmaya çalışması, aralarındaki nesil farkını daha belirgin hale getirir. Böylece Faruk’un baba-kız ilişkisi, sadece bir destek noktası değil, aynı zamanda bir çatışma alanı olarak filme katmanlı bir yapı kazandırır.
Artık bu şehrin bir yabancısı mısın?
Aslı Özge’nin Faruk filmi, bir bireyin yaşlılık ve yalnızlıkla mücadelesini anlatırken bu hikâyeyi İstanbul’un değişen yüzüyle harmanlıyor. Görüntü yönetmeni Emre Erkmen’in titizlikle çerçevelediği imgeler ve Karım Sebastian Elias’ın müzikleri, filmin atmosferini güçlendirerek izleyiciye kendisini Faruk'un yerine koymasını salık veriyor.
Faruk, sadece bir yaşlı adamın değil, geçmişle geleceği arasında sıkışıp kalan bir şehrin de sesi oluyor. Onun “Seni artık tanımıyorum, İstanbul” diyerek ifade ettiği hüzün, bir dönemin kapanışını ve yeni bir çağın belirsizliğini dile getiriyor.
Peki senin bir cevabın var mı "Zamanla biz de, anılarımız gibi, bu şehrin bir yabancısı mı olacağız?”
*Bu yazı, Kent dergisinin Ocak-Nisan 2025 tarihli onbeşinci sayısında yayımlanmıştır.
*Derginin tamamını MBB Kültür Yayınları sitesinden buraya tıklayarak indirebilirsiniz.