Masaya Sığmayanlar...
Yazan: Prof. Dr. Mustafa Sarı
“Masamdakiler” bölümü için bir yazı yazıp yazamayacağım sorulduğunda birden kocaman bir iş yükü altında kalmış gibi hissettim. Masamdan hiç ayırmadıklarım, masamdan eksilmesini istediğim ama başaramadıklarım, masama yeni koyup henüz başlayamadıklarım, her gördüğümde bitmediği için üzüldüklerim… Hangisinden bahsedeceğimi bilemediğim ve hatta hiçbirisini konu dışı bırakmaya kıyamadığım için hissettim sanırım bu ağırlığı.
Sonra kafam netleşti, düşüncelerim berraklaştı. Marmara Denizi’ni kaplayan korkunç müsilaj görüntülerinden sonra zihnimi altüst eden ve bu yüzden peşine düştüğüm sorulara cevap aradığım kitaplardan başlamalıyım diye karar verdim. Ben ne şehir plancısıyım, ne mimar, ne sosyolog, ne antropolog ne de sosyal psikolog. Ömrü sularla, nehirler, göller, denizler ve balıklarla geçmiş ekolojiye tutkun bir bilim insanı olarak ancak bunlardan bahsedebilirdim. Ben de öyle yapmaya karar verdim.
Müsilajın yoğunlaştığı günlerde neredeyse Marmara Denizi çevresindeki bütün belediyelerin meclislerinde, oda ve borsalarda, sivil toplum kuruluşlarının etkinliklerinde müsilajı anlattım. Bu toplantılardan evime dönerken hep biraz mahcup ve üzgün döndüm. Çünkü muhataplarım olan belediyelerin, organize sanayi bölgelerinin, iş insanlarının fabrika arıtmalarının mükemmel çalıştığı, bir litre bile arıtılmamış atığın denize bırakılmadığı iddia ediliyordu. Bu insanlara baktığım zaman hepsi iyi eğitimli, sözüne güvenilir ve itibarı yüksek insanlardı. Onlarla kendimi kıyasladığımda çevreye karşı duyarlılıkları benden daha yüksek görünüyordu. Bu yüzden mahcuptum. Eğer deniz kirleniyorsa bunun nedeni çevreye bu derece duyarlı insanlar olamazdı. En fazla ben olabilirdim.
Ancak akarsulara, denize baktığımda denizde tam tersini görüyordum. Söylenenlerle gördüklerim birbirine tamamen zıttı. Eğer deniz kentlerden, sanayiden, tarımdan ve diğer insan faaliyetlerinden kirlenmiyorsa bu kirlilik nereden geliyordu? Cevabı açık bu sır beni üzüyordu.
Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi
Sonra kentleşme, nüfus artışı, göç, sanayileşme ve bunların ekosistemlerle ilişkisi üzerine okumalar yaparken James C. Scott’un Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi kitabıyla karşılaştım. Neden avcı-toplayıcı toplumlar daha zahmetli olan tarımsal üretime geçmişlerdi? İnsan mı türleri evcilleştirmiş yoksa evcilleştirdiğini sandıklarına insan hizmetkar mı olmuştu? İlk kentler, devletler nasıl ortaya çıkmıştı?
Scott, sanılanın aksine yaklaşık dokuz bin yıl önce insanların avcı- toplayıcılığı bırakmasının nedenini “Genç Dryas dönemindeki (MÖ 1.500-9600) soğuk hava dalgasının yabani bitkilerin bolluğunu azaltması ve bunun, komşu bölgelerdeki düşman toplulukların varlığıyla birleşerek hareketliliklerini kısıtlaması” olduğunu ileri sürüyor. Sorumluluğu daha az göçebe yaşamdan, sorumluluğu daha çok tarımsal yaşama geçişte iklimin payının büyük olduğunu anlıyoruz bu düşünceden. Tahılların, bazı yabani hayvanların evcilleştirilerek ekilip, beslenmeye başlaması insanın sorumluluğunu artırdığı gibi hareketini de kısıtlamıştı. Ateşin keşfiyle evcilleştirme süreci tamamlanmış, tahıllar ve hayvanlar insanın yaşamını, alışkanlıklarını değiştirmeye başlamıştı. Yerleşik hayata geçmeye başlayan insanlar daha çok ekim yapabilmek ve hayvan besleyebilmek için ormanları yakmaya işte bu dönemde başlamıştı. Tabi yerleşik hayat ilk kentleri ve ardından tahılı vergi olarak alıp depolamayabilen ilk devletleri ortaya çıkarmıştı.
İnsan evcilleştirdiği tahılların, hayvanların bakımı ve korunması için çalışırken aslında kendisi de evcilleşip, alışkanlıklarını, yaşam biçimini kökten değiştirmişti. Sonra insan, ihtiyaçlarını sularla taşımayı öğrendi. Hemen ardından sular insanları da kentlere taşımaya başladı. Yani ilk göç sularla başladı. Bu görüşe göre su sadece hayat değildi, aynı zamanda kent demekti, hastalıklar yüzünden kaybedilen tarımsal iş gücünün kazanılması demekti.
Tahıla Karşı’dan sonra neden bugün dünya nüfusunun yaklaşık yarısının su kıyılarının iki yüz kilometrelik bölümünde yerleştiğini daha iyi anlayabildim. Kentler zorunlu olarak evcilleşen insanların çaresizlik alanlarıydı ilk dönemler. Sanayi devrimi, hızlı ve kitlesel üretim yapan fabrikaları getirdi insan yaşamına. Kentlerde ve yakınlarında kurulan fabrikalara ucuz işçilerin ulaşmasında yollar, suların görevini üstlendi. Kent çeperleri fabrikaların ucuz işçi ihtiyacını karşılamak için kopup gelen insanlarla çevrildi. Üretim arttıkça göç hızlandı ve sonuçta kent çeperlerini kuşatan kırsal kökenli nüfus kentlere hakim oldu. Kırsal yaşamında ekmeğini, sebzesini, hayvanını kendi besleyen yığınla insana artık ekmek, et, süt, sebze yetiştirmek gerekir oldu.
Eskiden yiyecek, içecek su, barınak, giyecek ve yiyeceklerini pişirmek için ateşten başka şeye ihtiyacı olmayan insanın yerini ihtiyaçları yüzlerle ifade edilen modern insan aldı. İhtiyaçlar çoğalırken insanı evcilleştirip bağımlı hale getiren alışkanlıklar katlandı. Doğayla, havayla, suyla, toprakla bağlar koptu. Sorumluluklar azaldı. Kimse suyun nereden geldiğini, sofrasındaki ekmeğin üretilmesinde kullanılan tahılın nerede yetiştiğini sorgulamaz oldu. Kente yerleşenler oylarını bir araya getirerek politikacılar üstünde etkili olmayı, politikacılar da az sorumlulukla bu insanların oylarını alıp iktidar olmayı öğrendi.
Hızlı ve Yavaş Düşünme
Adam Smith’in önerdiği sihirli el piyasayı öyle etkileyici bir şekilde yönetmeye başladı ki şirketler tüketimi körükledikçe, politikacılar ortaya çıkan sorunları “kolayca çözme” yarışı yapmaya başladı. Rekabet piyasayı şekillendirmenin aracı olurken, bireylerin öz çıkarlarını ön planda tutmanın da yollarını bulmasına yaradı. Kimse az tüket demedi. Ya da “ortaya çıkan sorunlarda senin de payın var, sorumluluk al” demek yerine, reaktif bir şekilde sorun çıktıkça günübirlik hızlı çözümlerle gerçek sorun ötelendi. İnsanlar doğal kaynakların tükenir olduğu fikrinden uzaklaştı. Atıklarının bir gün kendisine döneceğini (örneğin müsilaj) hiç mi hiç düşünmedi. Ama insan akıllı bir varlık değil miydi? İlk etapta fark etmese, tükettiği ve kirlettiği doğal kaynakların kendisi için soruna neden olacağını düşünemese bile çabucak ders çıkarıp önlem alması gerekmez miydi?
Bu soruya cevap bulmak için 2002 yılı Nobel Ödülü sahibi Daniel Kahneman’ın Hızlı ve Yavaş Düşünme kitabını yeniden okumam gerekti. Okudukça aynen Tahıla Karşı kitabı gibi onun da fark etmeden masamdaki demirbaşlara dahil olduğunu yeni anlıyorum. Biz insanı kararlarını rasyonel olarak veren akıllı bir varlık olarak kabul ediyoruz. Kahneman, durumun bizim sandığımızdan daha karmaşık olduğunu açıklıyor. İnsanlar iki şekilde karar veriyor aslında Kahneman’a göre. Birincisi hızlı, daha çok duygularla sezgilere dayanıyor ve zahmetsiz (Sistem 1). İkincisi yavaş, hesaba kitaba dayalı, analitik ve zahmetli (Sistem 2).
Yavaş düşünme, bir sürü fikrin, şartın dikkate alınmasını gerektirdiği için zahmetli bir süreç. Yani çok enerji harcanıyor süreçte. Enerji tasarrufuna programlı beyin, daha az zahmetli ve az enerji sarf edilen hızlı karar almayı önceliyor. Yani insan olarak kararlarımızın çoğu analitik düşünce ve sonuçlarını esas alan Sistem 2 ile değil duygu ve sezgilerle hızlıca Sistem 1 ile alınıyor. Buraya kadar sorun yok. Oysa aldığımız kararların çoğunun analitik olduğu gibi bir yanılsamaya sahibiz. Diğer bir ifadeyle önce sezgiler ve duygularla aldığımız Sistem 1 kararlarını, sonra gerekçelendirerek analitik yaklaşımlarla, sonuçları karşılaştırılarak alınmış Sistem 2 kararına dönüştürüyoruz. Minareyi çalan kılıfını hazırlıyor anlayacağınız.
Yukarıdaki soruyu her aklı başında insan kendine soruyor aslında. Bu kadar sorumsuz tüketim alışkanlığı, doğal kaynaklara verilen zararın bedeli bir gün bana döner diye düşünüyor, kaygılanıyor. Ancak hemen Sistem 1 devreye girip yeni bilimsel gelişmelerin çevre sorunlarının üstesinden gelebileceğine ilişkin küçücük kanıtlar sunarak günlük yaşantımızın sorumluluğundan bizleri kurtarıyor. Sonra bu fikri destekleyen bir makaleye veya kitaba rast geliyoruz, Sistem 1 verdiği kararı böylece Sistem 2 kararı olarak bize onaylatıyor.
Hayat Gailesi ve Sorumluluklar
Kent yaşamının ağır yükü, trafik, beslenme, barınma, eğitim, vb. kent sorunları zaten kentte yaşayanların belini bükmüş durumda. Kentlerdeki ağır hayat gailesi, sorunları çözmesi gerekenlerin biz değil başkaları olduğu konusunda da bizi çok hızlı ikna ederek hızlı düşünmedeki haklılığımızı artırıyor. İnsanlar gün içinde defalarca kullandığı klozetteki atıkların nereye gittiğini düşünmeye bile fırsat bulamıyor. Hem duygularını harekete geçiren, kendinden daha büyük sorumluların varlığını güçlendiren iklim değişikliği gibi küresel etkileri olan sorunlar var. Konu müsilaj olduğunda sadece kirlilik ve iklim değişikliği değil, denizin durağanlığından ikili su yapısına kadar insan kontrolü dışında bir sürü faktör söz konusu. O zaman Sistem 1 çok kolay karar vererek insanları sorumluluktan uzaklaştırmış oluyor.
İyi de insanın doğadan böyle kopuk bir yaşam benimsemiş olması bu kadar basit mi? Bunun başka nedenleri yok mu? İnsan ile doğa arasındaki ilişki hep olumsuz olmak zorunda mı?
İnsan bencil ve çıkarcı. Buna kentleşme gibi kocaman bir etken ilave olduğunda doğayla ilişkisi tek yönlü hale geldi. Doğayı bencillikle, kendi hesabımıza sevdik. Toprağı, havayı, denizi çıkarlarımıza uygun olduğu için sevdik. Tek yönlü sevgi bazen öldürücü, zarar verici olabiliyor ne yazık ki. Havanın, suyun, toprağın, ağaçların, kuşların, balıkların, doğadaki her şeyin birbiriyle ve bizimle ilişkisi olacağı fikrini bize modern bilim unutturdu. Geleneksel kültürlerin esasını oluşturan doğayla kardeşlik fikri ütopik, bilime aykırı ve saçma addedildi. Ormana ağaç kesmeye giderken baltayı bezle saranlar eski kafalı sayıldı. Balıklara, çiçeklere, ağaçlara hürmet eden, kutsayan anlayışı bilim dışı ilan etmek hiçbirimize anormal gelmiyor artık. Toprakla, suyla, denizle insanın negatif etkileşimleri üzerine beyin fırtınası yapsak kirlilikten iklim değişikliğine yüzlerce etkiyi sayabiliriz. Ama insanın örneğin denize olumlu etkilerini yüzlerce kişiye sorsak korkarım sonuç sıfır çıkar. Toprak, deniz, ormanlar bizim vahşi sömürümüzle fakirleşirken sanırım bizim zihinlerimizde olumlu örnek bulmak konusunda iyice yoksullaştı.
Denizin de Beni Sevdiğini Bilseydim...
Tam bunların üstünde kafa yorarken eski bir öğrencim Robin Wall Kimmerer’in modern bilimsel anlayışın, yerlilerin geleneksel bilgileriyle nasıl zenginleşeceğini şiirsel bir dille anlatan Bitkilerin Ruhu kitabını gönderdi. Doğayla “almaya” odaklı kurduğumuz tek taraflı ilişkinin bizi kent duvarlarının içine hapsettiğini anlamam kolaylaştı. Eğer denizi severken, denizin de beni sevdiğini bilseydim ilişkimin şekli değişirdi. Denize karşı düşüncelerim ve sorumluluğum çift yönlü hale gelir ve adeta kutsallaşırdı. Denizden aldıklarım neden azalıyor diye öfkelenmez, verdiklerine minnet duyardım. Çıkar ilişkisi yerine minnet ilişkisi gelişirdi. İşte o zaman denizi kirletmez, kutsal ilişkiyi bozmazdım. Çünkü insan sevdiğine zarar veremezdi. Kimmerer, ormanda kaybolan yollar üstüne işaretler koymuştu adeta benim için. Zihnimin derinlerinde ve kitaplar arasında yaptığım uzun kazıda bulduklarım beni aydınlattı. Bazı sorularıma doyurucu cevaplar buldum. Ama halen eksik bir parça var: Tüm bunların üstesinden gelmenin bir yolu var mı? Doğayla bozulan ilişkimizi düzeltebilecek miyiz?
Bir Devrimin El Kitabı Empati
Eğer doğayla çift yönlü ilişkimizi zenginleştirip empati yeteneğimizi geliştirebilirsek umudum var. Dünyanın dört bir tarafında doğayla bozulan ilişkileri tamir için çalışan kahramanların varlığı umut ışığını güçlendiriyor. Sosyal girişimci denilen, sorunları inovatif bir şekilde çözmeyi bilen bu insanların en büyük özellikleri empatiyi bir araç olarak kullanıyor olmaları. Doğayla empatiyi esas alan minnet ilişkisi kurmayı esas alıyor çoğunlukla yaklaşımları. Bu yüzden Roman Krznaric’in Bir Devrimin El Kitabı Empati son yıllarda masamın dokunulmazlarından oldu.
Üç Sıfırlı Dünya
Empatiyi modern bilimin içine katmanın zamanının çoktan geldiğini, elmas gibi zekaya sahip gençleri büyük şirketler için yetiştirmekten vazgeçip girişimcilere dönüştürmemiz gerektiğini örnekleriyle anlatan başka bir Nobel Ödüllü bilim insanı Muhammed Yunus’un Üç Sıfırlı Dünya kitabı da tam bu nedenle uzun süredir masamın ayrılmazlarından. Yunus kapitalist sistemin insanı, kişisel kazanç peşinde koşan, kârını artırmak dışında her şeye kayıtsız, açgözlü, sömürücü ve bencil bir yaratık olarak tasavvur ettiğini söyler. Bu insana Kapitalist İnsan adını verir. Oysa her insan biraz çıkarcıdır, kârını düşünür ama aynı zamanda merhametli, şefkatli, sevecen, güvenilir ve yardımseverdir. Yani insan olmasını sağlayan niteliklere sahiptir. Yunus’un tanımıyla Gerçek İnsandır. Gerçek İnsan sadece para hırsıyla yanmaz, başkalarını da düşünür, dünya daha güzel olsun diye de çalışır, toprak, su, hava, denizler, ormanlar, canlılar korunsun da ister. Denizin, balığın, kurdun, kuşun, çiçeğin, böceğin, ağacın, toprağın sevgisi kendini sarsın, güzelleştirsin ister.
Yani gerçek insan doğayla çift yönlü ilişki kurmasını bilir. Ne dersiniz çare Gerçek İnsan olmakta olabilir mi?