26.06.2024

Marmara Denizi için Biyo-Kültürel Çeşitlilik Yaklaşımı

Marmara Denizi’nin iyileşmesi ve ekolojik zenginliğine kavuşmasının çözümü için tek bir reçetenin değil alternatif bakış açılarının olabileceğini biyo-kültürel çeşitliliğin tarihine ilişkin bilgimizin derinleşmesi ile daha somut kavrayabileceğimizi düşünüyorum. Böyle bir bilgi Marmara Denizi’nin durumuna seyirci kalan bizlerin konumumuzu denizin korunması ve bakımına yönelik aktif yurttaşlığa çevirebilmemiz için kullanabileceğimiz dayanaklardan birisini sağlayabilir.

Yazan: Prof. Dr. Asu Aksoy

“Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer”

Yahya Kemal Beyatlı

2021 yazı boyunca tanıklık ettiğimiz müsilaj krizi Marmara Denizi’nin uzun zamandır karşı karşıya olduğu hor kullanımının ekolojik sonuçlarını gözler önüne serdi. Birçok bilim insanı müsilaj olgusunun Marmara Denizi’nin karşı karşıya olduğu çevre krizinin bir göstergesi olduğunu ve eğer acilen önlemler alınmaya başlanmazsa Marmara Denizi’nin geleceğini hiç parlak görmediklerini söyledi. İstanbul, Kocaeli, Bursa, Çanakkale, Bandırma gibi, Marmara Denizi kıyısı boyunca dizilmiş şehirlerimizi, köylerimizi ve adalarımızı binlerce yıllık uzun tarihleri boyunca beslemiş, onlara yaşam gücü ve ilham vermiş bu koskoca deniz ekosisteminde yaşanacak bir felaketin sadece deniz yaşantısı ile sınırlı kalmayacağı açık. Doğan Kuban’ın İstanbul için söylediğini tüm Marmara yaşam alanları için de tekrarlayabiliriz: “İstanbul”, der Kuban, “denizin yarattığı ve yaşam verdiği bir kenttir.” Marmara da aynı şekilde denizin yarattığı, yaşamını şekillendirdiği bir bölgedir. Buna karşılık, denizde yaşanan ters gidiş ile ilgili iyileştirmeye yönelik müdahalelerde şimdiye kadar yol alınamadığı görülmekte. 1970’lerden bu yana, Marmara Belediyeler Birliğinin de çabalarıyla, Marmara Denizi’nin karşı karşıya olduğu tehditlerle ilgili çok sayıda bilimsel çalışma yapılmış ve kamuoyu bilgilendirme kampanyaları yürütülmüş. 50 seneyi aşkın bir süreç söz konusu; bu elli sene boyunca Marmara Denizi’ne ilişkin endişeler döne döne anlatılmış, ancak öbür taraftan da denizin çevresinde yığılmış olan sanayi-enerji-lojistik ve kentleşme dinamikleri bu doğal çevreye atık çukuru muamelesinin önünü açmış. Deniz, refahımız ve kalkınmamız için gözden çıkarılabilir gibi değerlendirilmiş; elli sene içinde insanlar da kendi dertlerine düşüp denizden, kültüründen uzaklaşmış, sırtını dönmüş. Gelinen sonuç belli; Marmara Denizi’nde ve denize açılan sulak alanlarında, nehirlerinde yaşanan kirlenme artık bir yıkım boyutunda. Fazla söylenmeyen ise denizle birlikte gelişmiş kültürlerin çoktan yok olmuş olduğu.

Müsilaj vakası ile yüzümüz denize döndü

Marmara kamuoyu 2021’deki müsilaj vakası ile birlikte yüzünü denize döndü diyebiliriz. Denize ne olduğunu öğrenmeye çalıştı, şimdiye kadar sebep ile sonuç arasında kurmadığı bağlantıları kurmaya çalıştı, kendi yaşam biçimi ile bunun çevre maliyeti üzerindeki etkisini sordu, bugün geçerlilikte olan çevre politikasının sürdürülebilir bir deniz yaşamı için sonuçlarını sorgulamaya başladı. Müsilaja neden olan sebeplerin arıtılmayan kentsel ve sanayi atık suları, tarımsal kirlilik, biyolojik çeşitliliğin kaybı, iklim değişikliğine bağlı artan su sıcaklığı, gibi faktörler olduğunu uzmanlar, bilim insanları anlattılar. Denizin kirlenmesine sebep olan faktörlerin kendimizi içinde bulduğumuz sosyal, ekonomik düzen ve de kültürel tercihlerimizle nasıl şekillendiği sorusu ise daha çok konuşulmayı bekliyor. Ekolojik yıkıma giden süreçte varoluşumuza ve insan- doğa ilişkisine ilişkin benimsediğimiz temel inanışlar, duruşlar ve zihin dünyalarımızın etkisi nedir sorusu da Marmara Denizi kirliliği konuşulurken daha fazla gündeme gelmeli. Denize ve canlılarına nasıl bakıyoruz; insan hizmetine sunulmuş, insanın faydasına adanmış sonsuza kadar kullanılabilecek varlıklar olarak mı? Bu soruyu Marmara Denizi’nin yaşamakta olduğu ekolojik kriz bağlamında irdelemek önemli. Bu faydacı yaklaşım doğa üzerinde hakimiyet kurarak onu en fazla fayda getirecek şekilde disipline etmeye, yeni teknolojilerle daha da etkin kullanmaya odaklanmakta. Bu bakış doğanın iyileştirilmesi konusuna da benzeri bir yerden yaklaşıyor; refahımızı ekonomik olarak büyümeye endeksleyerek hayatımızı bildiğimiz şekilde devam ettirmek ve fakat bunun yarattığı ekolojik yıkımı da teknolojik ilerlemelerle alt edebileceğimizi düşünmek şeklinde özetlenebilecek ekolojik modernleşme yaklaşımı[1] bu. Buna karşılık, kar elde etmeye odaklı büyüme yaklaşımı hakimiyetini devam ettirdiği sürece teknolojik çözümlerin sermaye birikimine hizmet ettiğine işaret eden politik ekoloji gibi eleştirel yaklaşımlar çevre krizlerinin gücü elinde tutan ekonomik ve politik yapılardan ayrı düşünülemeyeceğini vurguluyor.

Marmara Denizi Koruma Eylem Planı

Marmara Denizi’nde karşı karşıya olduğumuz yaşamsal kriz tam da bahsedilen yapısal olgular ve kültürel zihin dünyalarımız üzerine düşünmek için fırsat yaratıyor. Bu tür düşünsel çabalar farklı ölçeklere odaklanarak ve farklı disiplinlerin katılımıyla birçok kulvarda sürdürülmeli. Bir taraftan çevre ve toplumsal hedeflere ilişkin siyasi programlarda ne tür değişimlerin gerektiği tartışılırken diğer taraftan hali hazırda Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından ilan edilmiş kapsamlı Marmara Denizi Koruma Eylem Planı’nın yukarda bahsedilen ekolojik modernleşme yaklaşımını nasıl benimsediğinin eleştirel okumasını yapmak gerekiyor; birbirini tamamlayan çabalar bunlar. Bu kısa yazıda, çevre felaketleri karşısında insanları bugün etkilemekte olan güçsüzlük hissi, çaresiz kaldıkları duygusundan hareket ediyorum. Yaşanmakta olan krizler konusunda çoğu zaman sebepler ve sonuçlar birbirinden koparılıyor veya Marmara Denizi Eylem Planı’nda olduğu gibi karmaşık ve tepeden inme müdahalelere bağlanmış teknokratik eylemlerden medet umuluyor. Marmara Eylem Planı’na bakılacak olursa mahalli idarelerin ve devlet kurumlarının kanalizasyon sularının arıtılmasından, katı atık ve tarımda gübre kullanımı yönetimine kadar sayısız başlığı içeren konularda yatırım yapması, tesis kurması, kontrol ve denetlemeler yapması, teşvikler gerçekleştirmesi; özel sektörün sanayi tesislerinin atık sularını temizleyerek yeniden kullanıma uygun hale getirmesi gerekiyor. Bütün bu sayılanlar bir taraftan büyümeye odaklanmış hakim ekonomi politikayı insanlığın refahını sağlamak için önündeki tek yolmuş gibi varsaymaya devam ediyor, öbür taraftan ise büyümenin neoliberal ilkeler üzerinden tesisine yönelmiş politikalar kapsamında bu sayılan eylem planı adımlarının gerçekleştirilmeleri mümkün olmuyor, zira çok büyük yatırımlar gerektiriyor. Sonuç olarak uygulanması ertelenen temenniler listesi şeklinde eylem planı önümüzde duruyor. Bu arada küresel ölçekte daha fazla tüketim, daha fazla yatırım için daha fazla doğal kaynakların sökümü, kullanımı ve kirletilmesi üzerine kurulu sistem, yarattığı çevre maliyetini perdeleyen, insan ve doğa kader ortaklığını görmezlikten gelen tüketim kültürü ile insanlığı muazzam bir yabancılaşmanın gündelik rutini içine hapsediyor. 

İnsan Eylemliliğine İlişkin Özdüşünümsellik Kapasitemiz

Yukarıda Marmara Denizi’nin müsilaj ile kaplanması sonrasında Marmaralıların yüzlerini denize döndüklerinden bahsettim; yaşanılan krizin nedenlerine ilişkin bilgilenme, müdahil ve talepkar olma yönünde birçok girişim ve insiyatif bu dönemde hareketlendi. Ancak Marmara Denizi’nde yaşanan çevre felaketinin boyutu çok büyük, soruna neden olan etmenlerin ölçeği ile bu probleme ilişkin bir şeyler yapabileceğimize dair kendimize atfedebileceğimiz güç arasında kapanması çok zor bir aralık var. Bu aralığı aşabilmek, güç kazanmak için, bir taraftan hem zihin dünyalarımıza hem de insan eylemliliğine ilişkin özdüşünümsellik kapasitemizi arttırmamız, aynı zamanda da yapabilirliğimizi destekleyecek dayanaklara ihtiyaç var. Dayanakların neler olabileceği konusunda da çeşitli yaklaşımlar mevcut. ‘Katılım’ kavramına odaklanan yaklaşımların yanısıra yerel toplulukların yer ile kurdukları ilişkiden ilham alan ve yer ve yer bilgisinin kapasite kazanmak için önemine işaret eden bir çalışma alanı var[2].  Ben de ister megakentler, şehirler olsun, ister köyler, adalar, kırsal alanlar olsun, üzerinde yaşadığımız ve ilişki kurduğumuz denizler dahil yerlerin her birinin bugün okuyamadığımız ancak gizlendiği yerlerden bulunup çıkarılmaya muhtaç biyo-kültürel çeşitlilik tarihi bilgisinin önemli bir kapasite kazandırıcı dayanak olduğunu düşünüyorum. 

Biyo-kültürel çeşitlilik tarihi bilgisi

Biyo-kültürel çeşitlilik kavramı göreceli olarak yeni bir kavram ve üzerinde anlaşmaya varılmış tek bir tanım yok. Kavramın gelişim tarihi için Peter Bridgewater ve Ian D. Rotherdam’ın ortak makaleleri [3] önemli bir kaynak. Buizer ve arkadaşları, kavramın başlangıçta ‘özellikle Latin Amerika, Asya ve Güney Afrika'daki vaka çalışmaları aracılığıyla, gelişmekte olan ülkelerde yerli grupların geleneksel ekolojik bilgilerini ve doğa korumadaki rollerini incelemekle sınırlı kaldığına’[4] işaret ediyorlar. Zaman içinde UNESCO’nun elle tutulmayan miras ve kültürel peyzajlar üzerine ve Biyolojik Çeşitliliğin Korunması Konvansiyonu’na yönelik çalışmalar sürecinde biyo-kültürel çeşitlilik kavramı da sürekli değerlendiriliyor. Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu’nun 2017 yılında getirdiği çerçeve tanım kültürel pratiklere ve bilgiye miras perspektifinden bakan yaklaşımların biyolojik çeşitlilik ile birlikte nasıl ele alınabileceğini formüle etmesi bakımından önemli[5].  Biyo-kültürel çeşitlilik kavramı ile anlatılmak istenenin çok basitçe, doğaya ilişkin kültürel pratiklerin çeşitliliğinin biyolojik çeşitliliği beslediği, öbür taraftan biyolojik çeşitliliğin de kültürel çeşitliliği desteklediği önermesi olduğunu ileri sürebiliriz. Her iki kavram da dinamik süreçler içeriyor; insan toplulukları verili ve aktarılan kültürel kodlarla yere, doğaya, doğal varlıklara yaklaşıyorlar ancak bu kodları sürekli yorumlayarak güncelliyor ve yeni durumlara ve ihtiyaçlara adapte ediyorlar. Kültürel değişim ekolojinin ve biyolojik çeşitliliğin üzerinde de etki yapıyor. Kültürel peyzajlar tam da bu etkileşimi ifade bir kavram ve 1992 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne, kültürel ve doğal miras varlıkları ile birlikte yeni bir koruma alanı kategorisi olarak eklemlenmek suretiyle biyo-kültürel çeşitliliğin sürdürülmesi için çalışmanın önemi uluslararası bu sözleşme ile deklare edilmiş oldu[6].

Biyo-kültürel çeşitlilik kavramına giriş için Türkiye denizlerinde balık türlerinin başına gelenleri okumak ufuk açıcı. ‘Tarihi dikkate almak’ başlıklı makalelerinde Aylin Ulman ve Daniel Pauly (2016)[7], ‘İnsanlar, deniz ekosistemini sömürmekte yırtıcı hayvanlarınkiyle taban tabana zıt (Darimont vd., 2015) bir sömürü yöntemiyle, bu denizleri bir zamanlar yüksek kaynak bolluğu sunan doğal hallerinden çok uzağa itmişlerdir’ diyorlar. İnsan sömürü sisteminin Türkiye denizlerinde ve özellikle Marmara ve Karadeniz’de 1970’lerden sonra nasıl ilerlediğini anlatan Ulman ve Pauly, zaman içinde türlerin aşırı avlanma sonucu birer birer yok olduğunu gösteriyor. Oysa Marmara Denizi balık türleri açısından muazzam zenginliği ile bilinir (Ulman ve diğerleri 2020)[8]. Ulman ve Pauly’nin makalelerinde görüşme yaptıkları yaşlı balıkçılardan 1950’li yıllardaki bolluğa ilişkin anlatılar aktarılmış. 1970'lerin başından itibaren manzara değişmeye başlıyor: ‘balıkçılığın karşı karşıya olduğu tehditler, küçük pelajik balıkları (konserve için) hedefleyen, radar ve makineli tüfek kullanan (rakip olarak algılanan yunusları öldürmek için; Kemal, 1985) endüstriyel gemilerden kaynaklanıyordu’ (Ulman ve Pauly, 2014, s. 76).  Tehditlerin zaman içinde yeni teknolojilerin kullanımıyla nasıl çeşitlendiğini görüyoruz.  

Balık türleri çeşitliliği ve azalışı ile ilgili çok çalışma var, ancak tür çeşitliliğini balıkçılık kültürleri ile birlikte ele alan ve türlerdeki kaybın balıkçılık kültürlerindeki kayıp ile nasıl ele ele ilerlediğini etnografik yöntemlerle araştıran çalışmaların sayısı Türkiye’de çok az. Oysa balık türlerindeki çeşitliliğin çok yakın zamana kadar - endüstriyel balıkçılık yöntemlerinin kullanımı ve denizin kanalizasyon ve sanayi, kimyasal atıklarla kirletilmesi, deniz kıyılarının doldurulmasından önceki zaman - korunabilmesinde farklı yerlerde, deniz ile birlikte yaşamını devam ettirmeye çalışan kültürel pratiklerin nasıl rol oynamış olduğunu ortaya çıkartmak önem taşıyor. Biyo-kültürel perspektiften yaklaştığımızda deniz biyolojik çeşitliliğinde meydana gelen değişimi kültürel pratiklerde meydana gelen dönüşümlerden ayrı düşünmek mümkün değil. İnsan toplumunda yaşanan kentleşme ve kırsal alanlardan kentlere göçler ve bu değişimleri tetikleyen sosyo-ekonomik beklentilerle birlikte insanların doğaya, dünyaya ve kendilerine bakışlarında ve dolayısıyla hayatlarını sürdürmeye yönelik pratiklerinde meydana gelen değişim biyolojik çeşitliliğin çöküşe doğru gidişinde doğrudan rol oynuyor. Rotherham bu olguyu ‘kültürel kopuş’ kavramı ile izah ediyor.[9] Arkasındaki tüm sistemsel dinamiklerle birlikte bu kopuş biyoçeşitliliğin zarar görmesine neden olan üst üste binmiş birçok etmeni harekete geçiriyor.

‘Kültürel kopuş’

Ulman ve Pauly’nin Türkiye’de balık türlerinin azalışına ilişkin kritik buldukları konu balık türlerinde yaşanan bu kaybın konuşulmuyor olması ve yaşlı denizcilerin eskiden balıkçılığın nasıl yapıldığına ve balık bolluğuna ilişkin bilgilerini genç balıkçı nesillerle paylaşmamaları. ‘Bir çok yaşlı balıkçı, kaybolan türler ve azalan avlar hakkında artık genç balıkçılarla iletişim kurmadıklarını, çünkü bu hikayelerin artık günümüz faaliyetleriyle bir ilgisi kalmadığını belirtmiştir’, diyorlar (s. 79). ‘Kültürel kopuş’ öyle bir raddededir ki, kuşaklararası bilgi ve hafıza paylaşımı bile artık anlamını yitirmiştir. Ulman ve Pauly’e göre, ‘Yaşlı balıkçılar geçmişlerini paylaşmayı bıraktıkça, taban çizgisi kendini sıfırlıyor ve böylece geçmiş unutuluyor.’ ‘Taban çizgisi’ ile kastettikleri söz konusu ekosistemin mevcut durumuna ilişkin bilgi. ‘Deneyimli balıkçılar emekli oldukça, birikmiş ekolojik bilgileri kaybolur ve taban çizgisi sürekli değişerek değişimin gözden kaçmasına neden olur.’ (s.74). Türlerin çeşitliliği, bolluğu ve nasıl kaybedildiğine ilişkin bilginin zaman içinde kaybı mevcut ekosistem durumu sanki genel geçer, hep olagelmiş durummuş gibi algılanmaya başlanır; değişim fikri geri planda kalır. Değişim olgusu konuşulmadığında değişimi meydana getiren sebepler de konuşulmaz. Sanki Marmara Denizi’nde İstavrit ve biraz da Palamut hep varmış, başka da balık yokmuş algısı yaygınlaşır ve ileride bir gün bu türlerin de yok oluşu, aynı kayıtsızlıkla karşılanır. Türlerin kayboluşu zincirleme kayıplara sebep olur, türlere ait bilgiler değersizleşir, bu bilgileri ortaya çıkartan kültürel pratikler anlamsızlaşır ve unutulmaya terk edilir.

Marmara Denizi eko-kültürel sisteminin, balıkları ve aynı zamanda balıkçılık kültürlerinin ve bileşenlerinin zaman içinde nasıl değiştiği ve dönüştüğünün tarihinin bilinmesi bugün yaşadığımız durumun mutlak ve değişmez olmadığını anlamak için zaruri. Denize, deniz canlılarına ve bu canlılar ile insanlar arasındaki ilişkilere dair geçmişte kalmış olduğu düşünülen kültürel pratiklerin ve anlayışların bilgisinin ortaya çıkarılması bu bilgilerin günümüz ihtiyaç ve beklentilerine yönelik yorumlanabilecek yeni kaynaklar olarak değerlendirilebilmesinin imkanını yaratacaktır. Böylece bugün insanın refahına ilişkin sanki tek doğru imiş gibi sunulan reçetelerin alternatiflerinin olabileceği görülecektir.

Geçmişte kaldığı düşünülen bilgileri ortaya çıkartmak

Biyo-kültürel çeşitliliğe ilişkin geçmişte kaldığı düşünülen bilgileri ortaya çıkartmak ve kullanmak ekosistemlerin iyileştirilmesi çabalarında artık büyük önem verilen bir çaba. Ulman ve arkadaşlarının yaptığı gibi, Marmara Denizi kültürlerine ilişkin hala hayatta olan kültürel taşıyıcıları bulup bugün ekosistem restorasyonunu bu bilgiler ve bilgileri taşıyanlarla birlikte yürütmek aynı zamanda kültürel yenilenme için de tetikleyici bir düşünce ve özdeğerlendirme sürecine dönüşebilir.

Denizin ve canlılarının bakımına ilişkin geçmişten öğrenilen yerel kültürel pratikler bilgisi günümüz modern dünyasının dinamikleri ve zihin dünyalarına ilişkin kuşkusuz yeni değerlendirme kulvarları açacaktır. Bu bağlamda yerel kültürel pratikleri araştırma çabasının modernliğin tamamen dönüştürdüğü ‘yer’ kavramının yeniden değer kazanması gibi bir sonucu olabilir. Biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilirliğini çalışan araştırmacılar yerin nasıl yeniden değer kazanabileceğini, insanlar ile yerler arasında güçlü, karşılıklı besleyici ve yerindenliği güçlendiren ilişkilerin nasıl yeniden teşkil edilebileceğini soruyorlar (Stephenson ve arkadaşları 2014)[10]. Yer, zira, kültürel pratiklerin ekoloji ile karşılıklı etkileşimlerinin vuku bulduğu ve üretilen özgün kültürel bilginin zaman içinde üst üste binerek çok-katmanlaştığı bir birikime işaret eder. Yerlere ilişkin monografi çalışmaları bu bakımdan çok kıymetli. 

Marmara Denizi’nin iyileşmesi ve ekolojik zenginliğine kavuşmasının çözümü için tek bir reçetenin değil alternatif bakış açılarının olabileceğini biyo-kültürel çeşitliliğin tarihine ilişkin bilgimizin derinleşmesi ile daha somut kavrayabileceğimizi düşünüyorum. Böyle bir bilgi Marmara Denizi’nin durumuna seyirci kalan bizlerin konumumuzu denizin korunması ve bakımına yönelik aktif yurttaşlığa çevirebilmemiz için kullanabileceğimiz dayanaklardan birisini sağlayabilir.  


[1] Ekolojik krizin analizi ve çözümlerine ilişkin farklı yaklaşımları ele alan yararlı derleme çalışmaları için şu çalışmalara bakılabilir: Peker, Hande (2021), Ekolojik Dönüşüm için Kültür ve Sanat, İKSV, İstanbul, https://www.iksv.org/i/content/14910_1_IKSV_Ekolojik_Donusum_2021.pdf (Erişim Tarihi, 27 Ocak 2024). Adaman, Fikret ve Avcı Duygu (2019), ‘Durduğumuz Yer, Yürüdüğümüz Yol: Sürdürülebilir Ekonomiye Geçiş Tartışmalarının Haritalandırılması’, Ekoiq, https://www.ekoiq.com/durdugumuz-yer-yurudugumuz-yol-surdurulebilir-ekonomiye-gecis-tartismalarinin-haritalandirilmasi/ (Erişim Tarihi, 27 Ocak 2024).
[2] Kirmayer, L., S. Dandeneau, E. Marshall, M. Phillips, and K. Jenssen Williamson. 2011. ‘Rethinking Resilience from Indigenous Perspectives.’ Canadian Journal of Psychiatry 56 (2): 84–91.  
[3] Bridgewater, Peter ve Rotherham, Ian D. (2019), ‘A critical perspective on the concept of biocultural diversity and its emerging role in nature and heritage conservation’, People and Nature, Cilt 1, Sayı 3. https://besjournals.onlinelibrary.wiley.com/doi/full/10.1002/pan3.10040 Erişim Tarihi 5 Şubat 2024)
[4] Buizer, Marleen, Elands, Birgit ve Vierikko Kati, (2016), ‘Governing cities reflexively—The biocultural diversity concept as an alternative to ecosystem services’, Environmental Scence & Policy, Cilt 62, s. 7- 13. https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S1462901116300521 (Erişim Tarihi 5 Şubat 2024)
[5] Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonuna (2017) göre ‘Biyokültürel çeşitlilik, biyolojik çeşitlilik, kültürel çeşitlilik ve bunlar arasındaki bağlantılar olarak değerlendirilmektedir. Biyokültürel miras, birçok yerli halkın ve yerel topluluğun bütüncül yaklaşımını yansıtmaktadır. Bu bütüncül ve kolektif kavramsal yaklaşım aynı zamanda bilgiyi "miras" olarak kabul etmekte ve böylece onun emanetçi ve nesiller arası karakterini yansıtmaktadır. Dünya Mirası Sözleşmesi kapsamındaki kültürel peyzajlar biyokültürel miras örnekleridir.’ https://www.cbd.int/doc/c/03e6/17df/da9bb92bc05355119598a511/wg8j-10-l-03-en.pdf
[6] UNESCO Dünya Miras Sözleşmesi, Kültürel Peyzajlar, https://whc.unesco.org/en/culturallandscape/#1
[7] Ulman, Aylin ve  Pauly, Daniel (2016), ‘Making history count: The shifting baselines of Turkish fisheries’, Fisheries Research 183: 74–79
[8] Ulman, Aylin, Zengin, Mustafa, Demirel, Nazlı, ve Pauly,  Daniel (2020), ‘The Lost Fish of Turkey: A Recent History of Dissapeared Species and Commercial Fishery Extinctions fort he Turkish Marmara and Black Seas’, Frontiers in Marine Science, Cilt 7.  
[9] Rotherham, Ian, D. (2008), ‘The importance of cultural severance in landscape ecology research’, A. Dupont & H. Jacobs (der.), Landscape Ecology Research Trends. Hauppauge, NY: Nova Science Publishers Inc.  
[10] Stephenson, Janet & Berkes, Fikret & Turner, Nancy & Dick, Jonathan. (2014). ‘Biocultural conservation of marine ecosystems: Examples from New Zealand and Canada’. Indian journal of traditional knowledge. 13. 257. https://www.researchgate.net/publication/261215972_Biocultural_conservation_of_marine_ecosystems_Examples_from_New_Zealand_and_Canada