Iza’nın Şarkısı: Kentin İçinde Bir Anlam ve Amaç Arama Öyküsü
Yazan: Eylül Görmüş
Szabó’nun 1963’te yayımlanan kitabı, İza adlı bir genç kadının, babası ölünce köyde yaşayan annesini yalnız kalmaması için yanına almasının öyküsünü anlatıyor. Her ne kadar son derece iyi bir niyetle yapılmış bir teklif olsa da, yaşanılan deneyimin her ikisi için de pek de mutluluk verici olmayacağını kitap ilerledikçe keşfetmeye başlıyoruz.
Kent Dergisi benden “kentte yaşlılık” perspektifi üzerinden bir kitabı incelememi istediğinde henüz 6 Şubat 2023’deki depremler yaşanmamıştı. Depremden birinci derecede etkilenmeyenlerin dahi hayatında bir paradigma kaymasına sebebiyet veren bu hadiseden evvel 1917 doğumlu Macar yazar Magda Szabó’nun “İza’nın Şarkısı”nı (Yapı Kredi Kültür Yayınları, 9. Baskı, Ekim 2020, çev. Hakan Tansel) seçmiş ancak yazmaya henüz başlamamıştım. Deprem sonrasında yazıya hazırlanmak üzere kitabı elime aldığımda metne bambaşka bir gözle baktığımı, dikkatimin daha önce ilgimi çekmeyen bölümlere kaydığını fark ettim. Şüphesiz ki yaşananlar, kentle ilişkimizi bir daha eskisi gibi olamayacak biçimde değiştirdi: kente yabancılaşmamıza, içinde yaşadığımız koca yapıları her an bir sarsıntı neticesinde bizi öldürmeye muktedir canavarlar olarak görmemize sebebiyet verdi. Bu kırılmanın daha sağlam, daha güvenilir, içinde daha iyi hissedeceğimiz kentler inşa etmemize vesile olacağı umuduyla başlamak istiyorum bu yazıya. Ve tabii ki hayatını kaybeden herkese rahmet; geride kalan, yaşama yeniden tutunmaya çalışan herkese baş sağlığı ve güç dileyerek.
Depremle yaşanan kırılma ve beraberinde gelen kente yabancılaşma hissi, aslında bu kitap incelemesinden bağımsız değil; zira İza’nın Şarkısı’na “kentte yaşlılık” perspektifinden bakma fikri tam olarak kitapta sezinlediğim bu aynı hissin hafızama düşmesiyle doğmuştu. Szabó’nun ilk olarak 1963’te yayımlanan kitabı, İza adlı bir genç kadının, babası ölünce köyde yaşayan annesini yalnız kalmaması için yanına almasının öyküsünü anlatıyor. Her ne kadar son derece iyi bir niyetle yapılmış bir teklif olsa da, yaşanılan deneyimin her ikisi için de pek de mutluluk verici olmayacağını kitap ilerledikçe keşfetmeye başlıyoruz. Doktor kızıyla çok gururlanan ve onunla köydeki hayatını bırakarak başkent Budapeşte’de yaşamayı mutlulukla kabul eden anne Etelka ile savaş sonrası büyük bir hızla değişen Macar toplumunun yeni yüzünü temsil eden İza arasındaki kuşak çatışması, ikili aynı evde yaşamaya başlayınca çok daha görünür ve hissedilir hâle geliyor ve her ikisini de mutsuz eden bir dinamiğe dönüşüyor.
“Kent, yaşlı kadının kendi bedeniyle, uzuvlarıyla ilişkisini de değiştiriyor, kente yabancılaşırken Etelka kendisine de yabancılaşıyor, her bir yolculuk onu daha dalgın, daha ilgisiz, daha uzak kılıyor.”
1956’daki Macar Devrimi her ne kadar Sovyet güçleri tarafından bastırılmış ve ülke komünizmle yönetilmeye 1989’a dek devam etmiş olsa da, bu tarihin ardından toplumdaki değişim ve dönüşüm talebinin önlenemez şekilde yüzeye çıktığını; yaşamın ve kentlerin dönüşmeye başladığını göz önünde tutarak okumalı kitabı. İza yüzünü şehre dönen bu yeni kuşağın temsilcisiyken, annesi Etelka toprakla ilişkisi çok daha derin başka bir yaşam biçiminin bir örneği olarak beliriyor kitapta. İza her ne kadar toplumun daha “makbul” bir kesimine ait olsa da (okumuş, eğitimli, şehirli), kendisinin bu sosyo-ekonomik pozisyonu elde etmek için bir tür öz-disiplinle kendini katılaştırdığını, kabuk bağladığını, hayatın küçük zevklerinden uzaklaşarak aslında sadece başarıyı ve rutini odağına alan bir dünya kurduğunu, bu süreçte de soğuk, mesafeli birine dönüştüğünü ve empati duygusunu büyük ölçüde yitirdiğini görüyoruz. Aslında İza gri betonlarıyla asık yüzlü bir kentin insanlaşmış haliyken, Etelka’nın düzensiz ancak rengarenk yüzüyle bir köyü / kasabayı sembolize ettiğini düşünmek mümkün.
Kentte yaşamanın sunduğu büyük vaatler
İza, annesini yanına alma kararını bir tür kahramanlık itkisiyle alıyor. Yalnızlığından, kendine kurduğu düzenden, bağımsızlığından vazgeçmeyi göze alışının ardında yaşayacağını düşündüğü manevi tatmin ve kahramanlık arzusu var. Ancak yaptığı “fedakarlığın” annesini mutlu etmek bir yana kadını mutsuz ettiğini, günden güne soldurduğunu izleyip, beklediği şükran ve tatmini elde edemedikçe kendisi de mutsuzlaşıyor ve hatta hırçınlaşıyor. Annesine sunduğu “imkan” ve “ayrıcalık”ların ihtiyar kadını tatmin etmemesi, İza’nın büyük bir hayal kırıklığı yaşamasına sebebiyet veriyor.
İmkanlar ve ayrıcalıklar: kentte yaşamanın bize sunduğu o büyük vaatler. Özellikle bu “ayrıcalık” sözcüğü, malumunuz, lüks dairelerin, sitelerin reklamlarında sıkça karşımıza çıkar: “şehrin en prestijli bölgesinde ayrıcalıklı bir yaşam deneyimi”. Yahut şu ifade tanıdık değil mi: “her bölgeye ulaşım olanağı sunan; spordan kültüre pek çok farklı imkânla çevrelenmiş bir konut projesi”. Ancak tüm hayatını köyün imkanları kısıtlı, ayrıcalıksız ancak özgür evreninde geçirmiş Etelka için sunulan bu olanaklar, belirli bir düzen ve kurallar bütününü de temsil etmeleri itibariyle kısa sürede keyif verici ve hayatı kolaylaştırıcı olmaktan çıkıp kısıtlayıcı dinamikler haline dönüşüyorlar.
“İza gri betonlarıyla asık yüzlü bir kentin insanlaşmış haliyken, Etelka’nın düzensiz ancak rengarenk yüzüyle bir köyü / kasabayı sembolize ettiğini düşünmek mümkün.”
Etelka’nın kızının modern dünyasının sunduğu imkanlarla karşılaştığındaki temel duygusu “işe yaramazlık” oluyor. Evde yemekleri ve temizliği yapan bir yardımcı, otomatik çalışan makineler ve tüm bunlar karşısında elinde sınırsız bir boş zaman bulan bir yaşlı kadın. Szabó, kitabının bu bölümünde hayatı “kolaylaştıran” bazı olanakların Etelka gibi bir evi ve hayatı geleneksel yöntemlerle çekip çevirmeye alışmış bir yaşlı kadına kendisini nasıl amaçsız, anlamsız ve işlevsiz hissettirebileceğini çok çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Geleneksel ispirto ocağında yaptığı kahve kızı tarafından tüm evi ispirto kokuttuğu için eleştirilen, pişirdiği yerel yemekler tüm apartmanı kokuttuğu için problem yaşayan, yemek artıklarını atmayıp sakladığı için eve gelen yardımcı tarafından kızına şikayet edilen Etelka, çareyi kendini evin dışına, kente atmakta buluyor.
Kentin tekinsiz, riskli ve tehlikeli yüzü
Kentin trafiğinden, kurallarından, karmaşasından ürktüğü için ancak evin yakınlarındaki bir bankta oturup geleni geçeni seyreden Etelka, bir süre sonra bankta tanıştığı bir başka yaşlı kadınla arkadaş olup onu kızının evine davet ediyor. Ancak kendine sohbet edebileceği bir arkadaş bulduğu için çok sevinçli olan ihtiyar kadının mutluluğu kısa sürüyor zira İza, iki milyon nüfuslu bir şehirde yaşadıklarını, tanımadığı kimseyle ilişki kurmaması gerektiğini, herkesin pekala katil veya hırsız olabileceğini kafasında bu mefhumların hiçbiri olmayan annesine anlatarak yaşlı kadının bu defa kentin tekinsiz, riskli ve tehlikeli yüzüyle tanışmasına sebebiyet veriyor. Bu ihtimaller karşısında ürken yaşlı kadın kendini eve kapamak ve postacıya bile kapıyı açmamak biçiminde bir reaksiyon geliştiriyor.
Bu biçimde geçen bir sürecin ardından Etelka kendini şehirde iyi hissetmenin yollarını aramaya başlıyor ve bir biçimde cesaretini toplayıp sokağa çıkıyor. İnsanlara duyduğu güvensizlik ve korku bâki olsa da, ona çok karmaşık ve ürkütücü gelen tramvay ağını bir biçimde çözüp, tramvaylarda vakit geçirmeye başlıyor. Biniyor; yol gidiyor, o da gidiyor. Etrafına bile bakmadan, şehirle göz göze gelmeden, sadece hareket ediyor olmak için yapıyor bu yolculukları. Kızı tüm gün dışarıda ne yaptığını sorduğunda “dolaştım” diyor. Dolaşıyor hakikaten ama bildiği, alışık olduğu biçimde bacaklarını kullanarak değil, motorların ve tekerleklerin kuvvetiyle. Aslında kent, yaşlı kadının kendi bedeniyle, uzuvlarıyla ilişkisini de değiştiriyor, kente yabancılaşırken Etelka kendisine de yabancılaşıyor, her bir yolculuk onu daha dalgın, daha ilgisiz, daha uzak kılıyor.
Öykünün bundan sonrasını aktarmamayı tercih edeceğim, ancak Etelka’nın koca kentte kendini ait hissedebileceği bir köşe bulamadığını söylemek isterim. Nasılını aktarmadan şu kadarını ifade etmek kâfi olmalı: kent yaşlı kadını yutuyor. Şayet bu bir savaşsa, kazanan taraf Etelka değil, şehir oluyor. Çünkü modern şehrin kuralları katı, düzeni keskin; şehir kendini eğip bükmeyi, esnemeyi reddediyor: sen bana uyumlanacaksın diyor.
Lüzumlu hissetmemek
İza’nın Şarkısı’nı “kentte yaşlılık” perspektifiyle yeniden karıştırdığımda karşıma pek çok yeni katman çıktı. Başlangıçta sadece pratik meseleler ekseninde (ulaşım ağlarının yaşlılar için karmaşık olabileceği, erişilebilirlik kapsamında yapılabilecek düzenlemeler vd.) bir şeyler yazacağımı düşünürken, aslında bunların tümünü kapsayan çok daha bütünlüklü bir yerden bakmak gerektiğini anladım. Sanırım İza’nın Şarkısı’ndan bu çerçevede öğrenilecek temel şey; kentin, yaşlılara her şeyden önce bir amaç, anlam, maksat sunması gerektiği olmalı. Özellikle kentte büyümemiş ve hayatının geç bir evresinde kente gelen yaşlıların şehirle ilişkilenmesinin, bağ kurmasının, şehirde kendilerine bir yer açabilmelerinin sağlanması için önce toplumsal mekanizmaların geliştirilmesinin, pratik çerçevedeki uygulamaların ise ortaya konulacak bu geniş perspektif çerçevesinde hayata geçirilmesinin çok daha gerçek ve işe yarar sonuçlar doğuracağı muhakkak.
“Kent yaşlı kadını yutuyor. Şayet bu bir savaşsa, kazanan taraf Etelka değil, şehir oluyor. Çünkü modern şehrin kuralları katı, düzeni keskin; şehir kendini eğip bükmeyi, esnemeyi reddediyor: sen bana uyumlanacaksın diyor.”
Bunları yazarken zihnimde çok sevdiğim Portekizli yazar Jose Saramago’nun şu cümleleri dolaşıyor: “Ben hep yalnız yaşadım ama yalnızlık yalnız yaşamak değildir, içimizdeki birine ya da bir şeye yoldaşlık edememektir. (...) Hatta öyle sanıyorum ki ilk yalnızlık işte bu; kendini lüzumlu hissetmemek.” Lüzumlu hissetmemek… İyi planlanmamış, kapsayıcı olmayan kentlerin sakinlerinin pek çoğuna, ama en çok da yaşlı nüfusuna hissettirdiği duygu bu olsa gerek. Şayet tüm sakinlerinin kendini anlamlı hissedeceği kentler yaratmayı başarırsak daha mutlu bir toplum olma yolunda önemli bir eşiği aşacağımıza içtenlikle inanıyorum.
Kitaptan bir alıntıyla bu yazıyı sonlandırmak isterim. “Pencerenin önünde dikilip Büyük Bulvar’ı seyre daldı. Mavi bir şimşeği andıran göz kamaştırıcı bir alev yüzünden gözlerini kırpmak zorunda kaldı; madeni maskeler ve kocaman eldivenler takmış adamlar bir kıvılcım yağmuru ortasında raylara eğilmişlerdi. Ateşe benziyordu ama sahici ateş değildi; işte Budapeşte’nin ateşi diye düşündü yaşlı kadın. Şaşkın, ürkek ve üzgündü.”