12.01.2023

Çare Yüksek Teknolojide mi? Snowpiercer ve İklim Adaleti

YAZAN: Demet İntepe, Practical Action - İngiltere İklim Değişikliği Sorumlusu

Snowpiercer'ın senaryosu iklim değişikliğini engellemek için yapılan teknolojik bir müdahalenin ters tepmesi sonucu dünyanın buzul çağına girmesiyle başlayan toplu ama bir o kadar da bireyci hayatta kalma mücadelesi etrafında dönüyor.

Gittikçe derinleşen iklim krizi artık kaçınılmaz şekilde hayatlarımızın her alanına sirayet ediyor. Kültür ve düşünce dünyamız da bundan muaf değil. Son yıllarda sanat ve popüler kültürün her dalından iklim krizine ve dahası iklim adaletsizliğine karşı sesler yükselmeye başladı. Belli bir döneme kadar çevreci grupların iklim değişikliği konusunda farkındalık yaratma çabaları eriyen buzullarla doğal yaşam ve avlanma alanını yitirip günden güne kemikleri sayılmaya başlayan kutup ayılarının fotoğraflarına hapsolmuştu. Bu fotoğraflar her ne kadar görsel hafızamızda belli bir yere otursa da sıradan insanları iklim konusunda harekete geçirmeye yeterli değildi. Zira soğuk ve ıssız Kuzey Kutbu hem madden hem de manen insanlığın gündelik gerçekliğine çok uzaktı. Oralarda gözlemlenen tehlikeli değişimler gelecek günlerin habercisi olsa da çoğu insana dokunmaya, onların bir şeyleri sorgulamalarına sebep olmaya yetmedi.

Sonraları, yönetmen Roland Emmerich’in 2004 yapımı ‘The Day After Tomorrow’ (‘Yarından Sonra’) filmi, Al Gore’un 2006 çıkışlı ‘An Inconvenient Truth’ (‘Uygunsuz Gerçek’) belgeseli gibi ses getiren yapımlarla, edebiyat alanında ‘cli-fi’ veya ‘iklim kurgusu’ hayatımıza girdi. Önceleri ağırlıkla Batı Avrupa ve ABD’li beyaz yönetmenler ve yazarların haşır neşir olduğu bu yeni iklim janrında artık dünyanın her yanından ve sanatın her dalından, etnik azınlık ve yerli halk kökenli yazarlar ve yönetmenler dahil olmak üzere, eserler gelmekte. Özellikle bu yeni gruptaki sanatçılar, iklim değişikliğinin dünyanın her yerinde aynı şekilde hissedilmediğini, çevre ve iklim felaketlerine maruz kalan insanların etnik köken veya sınıf ayrımcılıkları sebebiyle kaderlerine terk edilişlerini, bir diğer deyişle iklim adaletsizliğini eserlerine konu ediyorlar.

İklim kurgusunun son dönemde en dikkat çeken işlerinden biri de Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun ilk önce uzun metrajlı film, daha sonra da dizi olarak karşımıza çıkan Snowpiercer yapımı. Halihazırda ilk üç sezonu Netflix’te bulunan dizi, cli-fi türünün erken örneklerinden Fransız çizgi romanı Le Transperceneige’den uyarlanmış ve bu yazımızın konusu. Dizinin senaryosu iklim değişikliğini engellemek için yapılan teknolojik bir müdahalenin ters tepmesi sonucu dünyanın buzul çağına girmesiyle başlayan toplu ama bir o kadar da bireyci hayatta kalma mücadelesi etrafında dönüyor. Bir grup insan Snowpiercer adlı 1001 vagonlu, dünyayı hiç durmadan yılda 2.7 kere tavaf eden yüksek teknoloji ürünü bir trene bilet alarak hayatta kalmayı başarıyor.

Snowpiercer’ın mucidi ve sahibi Bay Wilford (Sean Bean), dizide donma olayı (‘The Freeze’) olarak geçen kırılma noktasından en büyük karla çıkmış lüks yaşam delisi bir otokrat. Trendeki hayat Wilford’ın büyük kurtarıcı, dahi adam markası ve ideolojisi etrafında şekilleniyor. Wilford’ın büyük rakipleri ise bilim odaklı ve trende mutlak düzen sağlamaya çalışan başmühendis Melanie Cavill (Jennifer Connelly) ve trenin en son vagonunda köle hayatı yaşayan biletsiz yolcuların lideri, eşitlik savaşçısı Andre Layton (Daveed Digs).

Dizi bu üç ana karakter ve pek çok yan karakterin birinci, ikinci, üçüncü ve biletsiz sınıflara ayrılmış tren vagonları arasında durmadan savaştıkları ve bir türlü yenişemedikleri bir iktidar mücadelesi üzerinden kapitalizm, sınıf çatışması ve toplumsal eşitsizlik etrafındaki derdini yeterince net anlatıyor. Bu noktada dizinin tren sınıfları ve toplumsal sınıf arasında kurduğu alegori pek de ezber bozan türden değil. Kanımca Snowpiercer’ın asıl başarısı, iklim adaletsizliği ve yüksek teknoloji arasındaki çelişkilerle dolu ilişkiyi korkusuzca ele alması.

Teknolojik atılımlar bizi sadece on yıllar içerisinde aya ilk kez insan göndermekten Mars’a insansız araç indirme ve kritik derecede azalan dünya kaynaklarına uzay madenciliğiyle alternatif arama noktasına getirdi. Bütün bu süreç içinde değişmeyen tek şey yüksek teknolojinin belli insani bedeller karşısında geliştirildiği. Daha 1971 yılında ABD’li soul şarkıcısı Marvin Gaye, ‘Inner City Blues’ şarkısında soğuk savaş dönemi teknolojik boy gösterilerinin gölgesi altında hayatları harcanmaya devam eden basit insanların haline isyan ediyordu: ‘Roketler, füzeler iniyor aya / O parayı fukaralara harca / Parayı biz kazanırız ama / Elimizden alırsınız ne olduğunu anlamadan’. İklim felaketini geciktirecek ve şiddetini azaltacak (zira artık iklim felaketini önleyebilecek noktayı geçtik) önlemlerin alınacağı yerde, uzay yarışı, kripto para madenciliği ve endüstriyel tarım gibi yüksek karbon salımına yol açan faaliyetlerin katlanarak arttığını ve fosil yakıt ve kömür yatırımlarının son hız devam ettiğini görüyoruz. Dünyanın en fakir ve iklim kriziyle artık doğrudan ama yalnız başına mücadele eden toplumları ise Snowpiercer’ın sınıfsız vagonu olan kuyruktakilerin (‘Tailies’) yaptığı gibi çaresizce seslerini duyurmaya çalışıyor.

Wilford’ın dünyevi zevkler peşinde koşan uçarı dehası ilk başta karikatürize bir karakter çalışması gibi görünse de acaba gerçeklikten o kadar da uzak mı? Bugünlerde dünya gündemini sürekli Elon Musk, Steve Jobs ve Bill Gates gibi “dahi” tek adamlarla Jeff Bezos ve Mark Zuckerberg gibi dijital tekelcilerin yeni ve uçarı fikirleri meşgul etmiyor mu? Bu tekelleşme sürecinin basit ticari rekabet kaygılarından öteye geçerek bireylerin dopamin seviyelerinden ülkelerin politik çizgilerine kadar geniş bir düzlemde açıktan açığa tahakküm kurmuş olmaları artık toplumların geniş kesimlerini rahatsız ediyor. Her ne kadar bu tahakküme karşı devletler ve rakip şirketler düzeyinde birtakım karşı ataklar gelmeye başlasa da tek adam şirketlerinin bitmek bilmeyen güç sevdasının ne kadar dizginlenebileceği şimdilik meçhul.

"Dünyanın en fakir ve iklim kriziyle artık doğrudan ama yalnız başına mücadele eden toplumları ise Snowpiercer’ın sınıfsız vagonu olan kuyruktakilerin (‘Tailies’) yaptığı gibi çaresizce seslerini duyurmaya çalışıyor."

Snowpiercer evreninde pahalı ve yüksek teknolojinin cazibesini narsisist Wilford ve ona travma bağlarıyla bağlı sevgilisi Audrey’nin şaşaalı ve savurgan yaşamı üzerinden izliyoruz. Dizinin kurgu evrenindeki bu çarpık ilişki bizlerin kendi evrenimizdeki narsisist tek adamlarla olan sevgi-nefret ilişkimizi andırıyor. Ancak dizinin teknoloji konusunda daha önemli bir derdi var ki, o da iklim krizine çözümü hala günümüz neoliberal ekonomik düzeninin gerektirdiği hızlı tempolu global hayat tarzını aynen koruyacak çözümlerde aramamız. Nasıl Snowpiercer’ın ikinci, üçüncü sınıf ve biletsiz yolcuları birinci sınıf yolcuların lüks yaşam tarzını devam ettirmek için çalışıyorsa, kurgu dışı evrenimizde de dünyanın büyük çoğunluğunun zaruret içinde yaşarken gelişmiş ülkelerde yaşayan ayrıcalıklı azınlıkların kaynakların çoğunu tükettiğini görüyoruz.

Dizide dünyayı umulmadık şekilde buzul çağına iten iklim deneyi ise o kadar uçarı bir fikir değil. Halihazırda iklim değişikliğini yavaşlatmak ve azaltmak için atmosferden sera gazlarını çekerek depolama (CCS veya Carbon Capture and Storage) teknolojileri tartışılıyor. Bu teknolojilerin hem maliyeti çok yüksek hem de uzun vadede işe yararlıkları oldukça tartışmalı. Ancak buradaki asıl tehlike, iklim krizini küresel ısınmaya yol açan sosyal, ekonomik ve ekolojik pratikleri hiç tartışmaya açmadan sadece yüksek teknoloji yoluyla tersine çevirmeye çalışmak.

Snowpiercer’ın bu anlamda yaptığı en önemli katkı, her yönüyle petrol ve yan ürünlerinin kesintisiz arzına dayanan hayat tarzlarımızı gelecekte de bire bir devam ettirmek için iklim teknolojileri veya yenilenebilir enerjiden medet ummanın toplumsal eşitsizliği sadece yeni şekillerde tekrardan hortlatacağı. Dolayısıyla hem yenilenebilir enerji hem de çevre adaletinin birlikte tesis edilebileceği daha eşitlikçi çözümlere yönelmemiz gerekiyor. Son hız dünyayı dolanan bir makineye hapsolmuş insanların daha eşitlikçi liderlerin yönetiminde dahi toplumsal sistemi değiştirmede başarılı olamamasını teknolojiye sorgusuz ve mutlak teslimiyete karşı bir uyarı olarak okumak mümkün.

Geçtiğimiz Kasım ayında İskoçya’nın Glasgow şehrinde Birleşmiş Milletler İklim Konferansı, nam-ı diğer COP, 26. kere toplandı. Ben de bu konferansa ilk kez gözlemci olarak katılma fırsatını buldum. Konferansa ülke delegasyonları, üst düzey devlet insanları ve gözlemciler gibi pek çok farklı ‘sınıf’ akredite oluyor. Bu farklı sınıflar ise katılımcıların konferansın hangi bölümlerine giriş hakkı olduğunu belirliyor. İklim krizine en az katkıda bulunan ancak etkilerini en çok hisseden ülkelerden gelen sivil toplum temsilcileri, gözlemcilerin sınırlı sayıda kabul edildiği müzakere odalarına girmek için savaş veriyor, bir karar maddesini değiştirebilmek için koridorlarda ülke delegasyonlarının peşinden koşuyor. Anlayacağınız iklim konferansının kendisi dahi iklim adaletsizliğinin mikro ölçekte bir örneği.

"Snowpiercer’ın asıl başarısı, iklim adaletsizliği ve yüksek teknoloji arasındaki çelişkilerle dolu ilişkiyi korkusuzca ele alması."

26 yıldır süregelen müzakereler, iklim krizinin korkutucu hızının karşısında çıldırtıcı derecede yavaş dönen dev çarklarıyla tipik bir bürokrasi makinesi. Gelişmiş ülkelerden beklenen büyük iklim atılımları ve ekonomik fonlar bir türlü gelmiyor. Tıpkı dayattığı eşitsiz sisteme rağmen hayatta kalabilmek uğruna Snowpiercer’la dünyayı durmadan tavaf eden çaresiz yolcular gibi, bizler de dünya elitlerinin kurdukları ve dümeninde durdukları bu köhne bürokratik sistemden medet umuyoruz. Yakın zamanda çok ses getiren Don’t Look Up filminde, objektif veri ve analize dayalı bulguları ciddiye alınmayan gökbilimcilerin çaresizce insanlığı ve otoriteleri yaklaşan göktaşına karşı uyarmaya çalışmalarını izlemiştik. Halbuki sanatın gücü işte tam da varlığından dahi haberdar olmadığımız ve veri analizlerine hapsedilemeyecek insan deneyimlerini bize aktarabilmesinde. İklim değişikliğinden henüz elle tutulur şekilde etkilenmeyen kentlerde yaşayan milyonların iklim krizini algılama biçimiyle, dış işleri bakanı COP26 delegelerine dizlerine kadar suyun içinden seslenen Tuvalu halkı veya topraklarının yarısını her yıl sel alan 166 milyon Bangladeşlinin iklim krizini algılayışları arasında devasa bir fark olsa gerek. COP26 kapanış oturumunda söz alan Maldivler iklim sözcüsünün ‘1.5 derece ve 2 derece ısınma arasındaki fark bizim için ölüm demek’ deyişi iklim krizinin dünyanın her yerini eşit derecede vurmadığının yakıcı bir ispatıydı. Dolayısıyla Snowpiercer, olay örgüsündeki yer yer kopukluklar ve Amerikan sineması klişelerine rağmen, sırf iklim değişikliği ve toplumsal eşitsizlik arasındaki göz ardı edilemez bağı güçlü bir şekilde ortaya koyduğu için dahi mutlaka izlenesi bir yapım.

*Bu yazı, Kent dergisinin Ocak-Nisan 2022 tarihli yedinci sayısında yayımlanmıştır.

*Derginin tamamını MBB Kültür Yayınları sitesinden buraya tıklayarak indirebilirsiniz.